8 Şubat 2014 Cumartesi

Kutsal Anadolu Topraklarında



           Lord Kinross, daha önce dilimize kazandırılan Atatürk kitabıyla ülkemizde bilinen bir yazardır. 1950’li yıllarda gemi yolculuğu ile Karadeniz’den başlayarak tüm Karadeniz sahil şehirlerini daha sonra Kars, Erzurum, Ani, Van, Bitlis, Diyarbakır, Urfa, Mardin, İskenderun, Konya güzergahını gezerek Ankara’ya ulaşmıştır. Bu gezide gördüklerini ve duyduklarını Kutsal Anadolu Toprakları adlı bir kitapta toplamıştır ve bu kitap 2003 yılında nokta yayınları tarafından Türkçeye kazandırılmıştır. Bu kitapta bölgemiz ve insanlarımızla ilgili çeşitli alıntılar aşağıya çıkarılmıştır
            O akşam Trabzon’a vardık. Dağların üzerine gri bulutlar çökmüştü.....
Karadeniz’le buluşan Trapezus yaylası görünüyordu. Yaylanın, ya patlayıp yamaçlara yayılmaya hazır bir fırtına bulutunun altında kasvetli bir görünüşü oluyordu, ya da nerdeyse tropik iklimlerin güneşini andıran kızgın bir güneş altında madeni bir pırıltıyla, masmavi görünüyordu.......
            ....Akçaabat limanından yukarıya doğru gittiğimizde güneşli çiftliklerin arasından geçtik. Her birinin içinde, tek bir beyaz ev vardı. Buralarda meyve, tereyağı ve yumurta üretiyorlardı. İç bölgeler tarımsal yönden gelişirse Trabzon tekrar eski hayata dönebilirdi.
            ...Erkekler, boğazlarından birbirine bağlanmış, canlı ama uyuşuk tavuklar taşıyorlardı. Kadınlar ve eşekler başka yükler taşıyorlardı. Kadınlar geniş çizgili önlükler ve kırmızı beyaz, dar çizgili baş örtüleri takmışlardı. Baş örtüleri, kente ulaşana kadar rüzgarda özgürce uçuşuyordu. Kente gelince bunlar birer peçeye dönüşüyor, eller utangaç bir şekilde baş örtüyü tutarak ağızları örtüyordu. Kadınlar caddeye arkalarını dönerek, birbirine sokulup kendi aralarında dedikodu yapmaktaydılar.
            ...Köye vardığımızda çevrede, çimleri kemirmekte olan bir inekle yavrusundan ve sözde onlara göz kulak olan sakallı bir ihtiyardan başka kimsecikler yoktu. İnekle yavrusunun boyunlarında, mavi boncuklardan oluşan birer gerdanlık vardı.
            ....Dağların yamaçlarında zengin mısır, darı ve tütün tarlaları, fındık ağaçları, akgürgen ormanları, yüksük otu, uyuz otu, altın kamış ve can çiçekleriyle bezeli düzlükler vardı. Yükseklere çıktıkça dağların heybeti ve ihtişamı artıyor, koyu kırmızı ve gri kayalar burçları ve zindanları olan dev gibi kalelere, duvarlarına doğa tarafından oyulmuş rölyeflere sahip muazzam tapınaklara dönüşüyordu.
            Daha yükseklerde gürgenlerin yerini, kayaların arasındaki çatlaklardan fışkıran ladinler ve selviler alıyor ve artık daha yumuşak bir eğimle yükselen yamaçlarda çağlayanlar gibi yukarıdan aşağıya akan açelyalara doğru dimdik tırmanıyorlardı. Dağın en yüksek yerinde sisin içine giriyoruz ve hemen sonra, sis bir perde gibi kalkarak şaşırtıcı ölçüde farklı bir dünyayı gözler önüne seriyor. Köylülerin taşlardan koparıp aldıkları darı ya da mısır tarlası göze çarpıyordu.
            Böğürtlen çalılıkları ve yaban mersini ile kaplı dağ eteklerinde akan suyun sesinden sonraki sessizliği dinledim, yaz mevsimindeki İngiliz ormanlarının taze ve nemli kokusunu duydum. Kıpkızıl topraktan fışkıran kızılağaçlarla kaplıydı orman.
            ...Köylerde kurdukları köylerden mutluluk duyan köylüler vardı. Yarı ahşap evleri sokak boyunca sıralanıyordu. Evin alt katları tuğladan ya da taştan yapılmıştı, birinci katta kafesli pencereler vardı. Kerestelerin araları sıva ile kaplanmıştı.
            Karşılaştığımız bir kadının şakacı bir parıltı vardı gözlerinde. Kısırmış ama bu şanssızlığı için yararlı bir çare bulabilmiş. Kocasını kendi isteği ile başka bir kadın almaya teşvik etmiş, kocasının o kadından üç çocuğu olmuş. Şimdi o bakıyormuş çocuklara. İki kadın arasındaki ilişki de çok uyumluymuş. İslam ın gözünde, adam ikisiyle de evliymiş ama devlet tabii ki ilk eşini tanımış. Bu da onu evin reisi ve hatta görünüşe göre çocukların annesi yapmış.
            Çocuklar bütün Türk çocukları gibi uslu çocuklardı. Biz annelerinin, hepsi de tereyağı ile zenginleştirilmiş, bol domatesli patlıcanını, fasulye ve pilavını yiyorken onlarda bizimle oturdu.
            .... Köylülerin süt ve tereyağı sağlayan inekleri vardı. Kendi sebzelerini kendileri yetiştiriyorlardı, ihtiyaçlarının yarısını mısır karşılıyordu. Mısır hem ailesinin ekmeğini hem de ineklerinin yemini sağlıyordu.
  ..... Hiçbir köy erkeği yük taşımadığından kadınlar yük hayvanları gibiydi, ama neşeliydiler. İslam ın pek çok yasağından uzak yaşıyor evde saygı görüyor ve köyde erkeklerle danslara, eğlencelere katılıyorlardı.
            ....Karadeniz danslarını sergileyen erkekler bacakları saran pantolonlar, botlar, gömlekler giyiyor, kuşak takıyordu. Onlara erik ağacının tahtasından yapılmış, telli kemençeler eşlik ediyordu. Sıralı bir şekilde ya da yarım ay biçiminde el ele omuz omuza dans ediyorlardı. Ayaklar müziğin gergin ritimlerine uygun bir şekilde yanıt verip yere sürekli vuruşlarda bulunurken vücut ve dizler dik duruyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder