27 Şubat 2014 Perşembe

1850 DE ALAZLI KÖYÜNDE KİMLER YAŞIYORDU?

Alazlı(Mula) Köyü, 1850 yılı öşür vergisi kayıt defterine göre 47 hane olup bu hanelerin reislerinin isim, şöhret ve verdikleri vergi miktarları burada yer almaktadır. Böylece bu defter, o devirdeki Alazlı Köyünde yaşayan halkın aile lakapları ve ekonomik durumlarına ışık tutmaktadır.
Osmanlı Devletinde çiftçiler, aldıkları mahsul karşılığında her sene Öşür adıyla devlete onda bir pay vermişlerdir. Osmanlılarda Müslim-Gayrimüslim ayrımı yapılmaksızın bütün tebaa öşür mükellefi idi.
İncelenen defterde Akçaabat a 89 köyün bağlı olduğu görülmektedir. Bu köylerden biri olan Mula köyü hane hane ele alınıp vergilendirilmiştir. Burada sadece hane reisinin vergisinden bahsedilmekte, hanede bulunan diğer fertlerden bahsedilmemektedir. Hanede bulunan kişilerin sayısı ailenin nüfusuna göre değişmektedir. Köyde gösterilen bütün sülaleler o köy ahalisi olmayıp çevre köylerden o köyde toprağı bulunanlarda vergi defterine eklenmişlerdir. Örneğin Gülcena Köylü Linoğlu Ahmet in hanesi toprağının bir kısmı Mula Köyünde olduğu için listeye dahil edilmiştir.
1850 Yılı Vergi Defterinin 61 sayfasında Karye-i Mula (Mula Köyü) olarak yer alan kısmın hemen altında yapılan hesapta 1400 kuruşa 100 kuruş zam yapılarak 1500 kuruş bulunuyor.


Verilen liste incelendiği zaman ilk olarak şöhretleri(sülaleleri) daha sonra kişi adları ve son olarak verdikleri vergi miktarları yazılmıştır. Bu vergi miktarlarını baz alarak köyün 1850 yılında köyün en zengininin 128 kuruş vergi ile Hamid Ağa olduğu görülüyor. Köyün en az vergi verenleri ise 10 kuruş ile İsaoğlu Mustafa ile İskorlioğlu Mustafa olduğu yazılmıştır.
Sülaleler incelendiği zaman bir hane hariç olmak üzere köyün 25 sülaleden oluştuğu görülmüştür. 1850 yılında köyün en kalabalık sülalelerinin 5 hane ile Koçalioğlu ve Fındıkoğlu olduğu görülüyor. 4 hane ile Osmanoğlu köyde varken 3 hane ile Kasımoğlu ve Serdaroğlu sülalerine rastlanmaktadır. Ayrıca Alazlı köyünde 3 hane ağa vardı. 2 hane olarak da Serveloğlu, Demircioğlu ve Alemdaroğlu liste de bulunmaktadır. Diğerleri bir hane olarak köyde bulunmaktadır.
Genel bir değerlendirme yaptığımızda Türk-İslam kültürünün yöredeki yansıması görülmektedir. Yörede kullanılan isimlerin çoğunun peygamber ve dört halifenin adları görülmektedir.
Sülale ismi olarak kullanılan lakaplar incelendiğinde dini motifli lakap olarak Molla Mehmet,
Kişiye bağlı lakap olarak, Hasanoğlu, Feridin(Firidin) oğlu, Kasımoğlu, Serdaroğlu, Bekiroğlu, Musaoğlu, Osmanoğlu
Sıfata bağlı lakaplar, kişinin öne çıkan sıfatı sülaleye ad olmuştur. Örnek, Sağıroğlu, Kel süleymanoğlu, Keloğlu, Köseoğlu
Mesleğe bağlı lakaplar Demircioğlu, Kayıkçıoğlu.
Askeri Ünvanlı lakaplar Alemdaroğlu, Serdaroğlu,
Hayvan adlarına ait lakaplar ise Koçalioğlu, gibidir.
1850 Yılı vergi defterlerine göre Alazlı Köyünde Gayri-Müslim bulunmamaktadır. Tamamen bir Türk köyü olduğu görülüyor.





ALAZLI KÖYÜ İLKÖĞRETİM OKULUNUN TARİHÇESİ

Osmanlı devrinde sıpyan okulları olarak bilinen tek hocalı mahalle mektepleri vardı. Buralarda İlköğrerim çağına gelen çocuklara öncelikle Arapça harfler tanıtılıp hemen Kuran-ı Kerim i okuma öğretildi. Yazıya fazla önem verilmez. Matematik ise Kara hesap denilen bir yöntemle zihinden problem çözme öğretilirdi.
Alazlı Köyünde ve bazı komşu köylerinde özellikle Gülcana köyünde bazı hocalar talebe yetiştirirlerdi. Alazlı Köyü de Koçalioğları ve Kasımoğluları gibi bazı sülaleler o devirlerde okumaya daha çok önem verirlerdi. Örneğin pek çok talebe yetiştirerek Hoca, Molla ve Hafız olmalarını sağlayan Koçalioğlu Abdullah Hafızefendinin ataları çoğunlukla okumuş,alim kimselerdi. Dedesi Mehmet Molla idi. Babası Hasan hoca, ağabeyi Mustafa hoca, küçük kardeşi Ömer ise hafız idi.Günümüzde de hala Alazlı Köyü Okul Müdürlüğünü yapan Nazım KOÇ onun torunlarından biridir.
Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında eski yazının yeni yazı ile birlikte kullanılması bu devirdeki hocaların önemini uzun süre azaltmamıştır. Ancak yeni yazıyı öğrenebilmek için köyün gençleri öncelikle askerde Ali Okulu olarak bilinen kurslara gittiler. Daha sonraları bazı öğrenciler Doğankaya daki okula devam edip 3 yılda mezun oluyorlardı.
1950 li yıllarda köy nufusunun artması, kış şartlarının zor olması nedeniyle komşu köylerdeki okullara gitmenin zorlaşması nedeniyle köye bir okul yapma düşüncesi belirmeye başladı.
Bu düşünce sonucunda okul binası inşaatına köy bütçesi ile alınıp Milli Eğitim Bakanlığına hibe edilen arsa üzerinde, ihaleyi alan yapımcı tarafından 1957 yılı Mart ayında başlanmıştır. 1957 yılı sonbaharında yapım tamamlanmış ve okul 1957-58 öğretim yılında öğretime açılmıştır.
İki dershane, bir idare odası ve bitişik lojman şeklinde inşaa edilmiş olan binanın arsaya uygun şekilde yerleştirilmemesi sonucu batı yönündeki giriş kapısı 1967 yılı yazında doğu yönüne alınmıştır. Yine aynı yıl dersane sayısı ihtiyaca cevap vermediği için bina içerisinde bazı tadilatlar yapılarak idare odasının yeri değiştirilmiş ve iki olan dershane sayısı üç dershane durumuna getirilmiştir.
Okul binasının çatısının yıpranması nedeniyle 1980 yılı yazında çatı onarımı yapılmıştır.
Okul bahçesine 1981 yılında Atatürk büstü yapılmıştır.
1986 yılında küçük onarımlar için ödenekler çıkarılmış ve gerekli onarımlar yapılmıştır. Ancak zamanla okul binasının öğrenci bakımından yetersiz olması ve binanınçok eski olması, yapılacak onarınmında uzun ömürlü olmayacağı, maliyetinin yüksek olacağı ve okulların ilköğretim okullarına dönüştürülmesi gibi nedenler göz önüne alınarak yeni bir okul yapılmasına karar verildi.
1993 yılında gerekli çalışmalara başlanmış ve köyün Yukarı mahallesinde 2757 M2 yer üzerinde gerekli incelemeler başlanmış ve gerekli teknik raporlar verilmiş ve arsanın uygun olduğuna karar verilmiş . Binanın yapımına başlanmış ve 1997 yılında iki katlı, 8 sınıflı ve 5 idari odası olan Alazlı Köyü İlköğretim Okulu tamamlanmıştır. Okulun yapımında köylüler arsayı satın almışlar ve iş gücü olarak yardım etmişlerdir.
Okulun yeni binasında 1997-1998 öğretim yılndan itibaren eğitim ve öğretim yapılmaya başlanılmıştır. Soba ile ısıtılan okula yapımından iki yıl sonra Fuil oil ile çalışan kalorifer sistemi kurulmuştur.Okulda 2004-2005 Eğitim Öğretim yılında idari odalardan biri sınıf haline getirilerek anasınıfı açılmıştır.
SIRASI İLE ALAZLI KÖYÜ İLKÖĞRETİM OKULU MÜDÜRLERİ
1- İdris KUKUL :1957-1964 yılları arası
2- Veli PUTGÜL :1964-1966
3- Süleyman UZUN :1966-1967
4- Behçet KÖŞE :1967-1968
5- Hasan BULUT :1968-1969
6- Ahmet GÜNAYDIN:1969-1971
7- İhsan HIZAL :1971-1974
8- Mustafa KURT :1974-1979
9- Vahdettin ŞEN :1979-1981
10-Beraattin AYDIN :1981-1983
11- Mehmet AYDIN :1983-1985
12- Beraattin AYDIN :1985-1986
13-Hüseyin ÇİFTÇİ :1986-1987
14-Kerim EĞRİTAŞ :1987-1990
15-Nazım KOÇ :1990-1991
16-Besim KÖS :1991-1995
17- Nazım KOÇ :1995-.....

Kaynak: Nazım KOÇ, Alazlı Köyü İlköğretim Müdürü


ALAZLI KÖYLÜLERİNİN ANAPA KALESİ SAVUNMASI

Urusun kemileri
Hem_ileri hem geri
Urus közün kör olsun
Ağlatdın kelinleri (1)
          Karadenizin kuzeyine bulunan Anapa kalesi, 1828 yılında başlayan Osmanlı-Rus Savaşında içlerinde Alazlı Köylülerininde bulunduğu 4500 gönüllü savaşçı tarafından Ruslara karşı savunulmuştur.
           1781 yılında Osmanlılar, Çerkezlere yardım edebilmek ve Ruslara karşı ön savunma yapmak için Adige toprağında Anapa kalesini kurdular.
           1787-91 Osmanlı-Rus Savaşı, Ruslar ın Kerç Boğazı'nın denetimini ve Anapa yı ele geçirmesiyle sonuçlandı (1791). Anapa,1792 Yaş Antlaşmasıyla Osmanlılara geri verildi.
           1806-12 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Anapa yeniden Rusların eline geçti. Ama 1812 Bükreş Antlaşmasına göre, Anapa, Ruslarca Osmanlılara geri verildi.
           1814 yılında savaşlarda harap hale gelen Anapa Kalesi, Osmanlılarca yeniden onarıldı.
           1826 yılında emrindeki kuvvetlerle Anapa kalesine gitmesi emrini alan Çeçenzade Hasan Paşa yanına Canik Muhassılı Hazinedarzade Osman Ağa yı alarak Onbeş kıt a gemi ve miktar askerle Anapaya hareket ederken, yanına aldığı gönüllüler içerisinde Alazlı Köyü nden Tufan Ağa yı 350 kişilik asker gücü ile Anapa Kalesi Muhafızlığı na atandı ve Trabzon da oğlu Bektaşi Bey i bırakmış ve Hacısalihoğlu Ali Ağa yı da ona danışman olarak atamıştı. Bir müddet sonra Anapa da hastalanarak Trabzon a dönen Hasan Paşa nın yerine Hazinedarzade Osman Ağa (1827-1842) vezirlik rütbesi verilerek Trabzon valiliğine atanmıştı.
            1828 yılı başlarında Osmanlı Devletine savaş açan Rusya nın Doğudaki muharebesi, Mayıs 1828 ortasında, Rus Donanması ve Kara Kuvvetlerinin birlikte yaptıkları taarruzla başlamıştı. Bu sırada çoğu gönüllü olan ve muhtemelen içlerinde Alazlı Köylülerininde bulunduğu 4500 kişilik bir kuvvet Anapa Kalesinde bulunuyordu.
             Rus birliklerini Acaralı Ahmet Paşa karşılaşmış ve taarruz eden Rus birliklerine, önemli kayıplar verdirmişti. Bu suretle sınır çarpışmalarında Ruslar, başarı ile karşılanırken 14 Mayıs 1828 tarihinde karadan ve denizden Anapa Kalesine saldırmaya başlamışlardı.
Karadeniz bölgesinde Osmanlı- Rus sınırı Riyon nehrinden geçmekteyse de Kuzey Kafkasya da bulunan Anapa Kalesi Osmanlılıarın elindeydi
Anapa Kalesi ; doğusunda Kuban Nehri mansabıyla Novorosiski arasında bulunmaktaydı. 1828 den önce Osmanlılar elinde bulunan bu kale, Türkler için uzun bir süre dayanak ve kilit noktası olarak kullanılmıştı. Buradan Rus Ordularının gerisine etki yapmak mümkündü. Yine buradan Rus idaresinde bulunupta Türkiye ye karşı sempatisi bulunan Çerkezlere ve Türk kabilelerine silah yardımı yaparak Rus Ordusunu tedirgin edici hareketler de yapılabilirdi. Nitekim daha önceleri bu gibi haraketler uygulanmıştı. Bunu bilen Ruslar, doğu cephesinin arkasında, onlar için bir çıbanbaşı olan Anapa Kalesini bir an önce ele geçirmeyi planlıyorlardı.
            Rus donanmasının Karadenize hakim olması yüzünden, Osmanlıların denizden Anapa ya bir yardım yapması mümkün değildi. Kale bir Rus çıkartmasına karşı denizden açıktı.
           Harbin başında, bu kaledeki muhafız kuvveti; kale komutanının hazırladığı bir kaç yüz sipahi ve gönüllülerle birlikte 4500 kişiyi bulmaktaydı. Küçük bir kale daha doğrusu bir müstahkem mevki olan Anapa berkitilmesinin derecesi ve kaleyi savunacak top sayısı hakkında bir bilgi bulunamamıştır.
Ruslar; Amiral Greigh (Greyg) komutasında ve 1679 topu bulunan 29 parça gemiden kurulu donanmayla hareket etmişti. Bu donanmadaki 4000 kişilik Amiral Mençıkof komutasındaki kuvvetleri bir yandan karaya çıkarırken, öte yandan da memleketin asayişi için ayırdığı kuvvetlerden Albay Profski emrindeki yedi piyade bölüğü ve dört Kazak alayı bu harekatı kolaylaştırmak ve desteklemek için, 20 toptan kurulu 2000 kişilik bir kuvvetle, kalenin doğusundan taarruz edecekti.
          Harekat planlandığı şekilde 14 Mayısta başlamışsa da Anapa önlerine gelmiş olan Rus filosu o sırada çıkan fırtına üzerine demir alarak uzaklaşmak zorunda kalmıştı. Albay Profski taarruza devam etmiş ve fakat bir başarı sağlayamadığı gibi, kaledeki kuvvetlerin çıkış yapmaları üzerine çekilmek zorunda kalmıştı.18 Mayıs 1828 tarihine kadar Ruslar bir harekette bulunmadığından Anapa da durum sakin geçti.
           18 Mayıs günü Amiral Mençıkof çıkarma kuvvetleri, kuvvetli gemi topçusu desteğinde olarak Anapanın güneyine çıkarma yaptı. Kale doğudan ve güneyden sıkıştırılmaya başlandı. Çerkez gönüllüleri arkadan Rus kuvvetlerini taciz etmeye devam ediyorlardı.
           Filodan yapılan topçu ateşinin de yardımıyla kaleye taarruz günlerce devam etmişti. Denizden ve karadan yapılan baskınlara rağmen Anapa 41 gün kendisini savunmuştur. Yapılan muharebelerde Türkler kuvvetlerinin çoğunu kayıp etmiş kalede ancak 1500 kadar insan kalmıştı. Bu sırada Ruslar, kale komutanı Hazinedarzade Osman Paşa ya kaleyi teslim etmesini teklif etmişlerse de bu istekleri kabul edilmemişti.Trabzondan Anapa ya asker yardımı getirmekte olan ilk gemi Ruslar tarafından ele geçirilmiş, artık kalenin dışarıdan bir yardım görmesi ihtimali kalmamıştı. Rusların devamlı olarak yaptıkları topçu ateşileriyle duvarları tamamen yıkılmıştı. Sonunda savunma gücünü kayıp eden kaleyi 24 Haziran 1828 günü ele geçirmişler ve aldıkları esirleri Kırıma göndermişlerdi.
Bu muharebelerde Rus kayıpları hakkında bir bilgi yoksa da Türk kaybının 3000 i aşkın olduğu anlaşılmaktadır.
          14 Eylül 1829 Edirne Barış antlaşması ile Anapa kalesi Ruslara bırakılmıştır. Bu antlaşma ile esir değişimi de gerçekleşmiştir.
           Alazlı Köylülerin başında bulunan Hacısalihoğlu Tufan Ağa nın daha sonraki yıllarada çeşitli ayaklanmaların bastırılmasında var olduğunu tarihi kaynaklar göstermektedir. Aynı şekilde bu savaşta bulunan Akçaabatlı Sakaoğlu Mahmut Ağa nın oğlu Mehmet Ağa askerleri ile katıldığı savaştan dönüşünde gazi unvanı ile anıldı. Böylece en azından bazı gönüllülerin geriye döndüklerini anlayabiliyoruz. Geriye dönemeyenler için ağlayan gelinlere yukarıdaki gibi maniler söylenmiştir.

Kaynaklar:
Osmanlı-Rus Harbi(1828-1829) Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi 3 cilt 5. kısım eki. Ankara: Genelkurmay Basımevi 1978
(1)CAFEROĞLU, Ahmet(1946) Kuzeydoğu İllerimiz ağızlarından Toplamalar (Ordu, Giresun, Rize, Trabzon ve yöresi ağızları) Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları syf: 178 Vakfıkebir Kancıma Köyünden Hüsnü Karagülle den derleme)
LERMİOĞLU, Muzaffer (1940) Akçaabat Tarihi. İstanbul:
tr.wikipedia.org/wiki/1828-1829_Osmanlı-Rus_Savaşı 21.01.2007

http://www.kuzeymavi.com/rize/r9.htm. Karadeniz Tarihi 21.01.2007
 

KÖYÜMÜZÜN ADLARI NEREDEN GELİYOR?

          Hiç bir isim rastgele konmaz. Her ismin bir hikayesi ve nedeni vardır. Önemli olan o ismin konulmazsına neden olan hikayeyi ortaya çıkarmaktır. Ancak Karadeniz de bu tür isim araştırmalarının sonucunda kelimenin Rumca olma ihtimali nedeniyle araştırmacıların konuya yaklaşırken ihtiyatlı olmalarına neden olmaktadır. Yine de yapılan araştırmalar, bu korkunun yersiz olduğunu ortaya koymuştur. Pek çok kişinin tahmininin aksine bu kelimeler ya Anadolu Luwi diline ait ya da eski öz Türkçe kelimelerdir. Buradan yola çıkarak köyümüzün tarih boyunca aldığı Mula, Demirhisar ve Alazlı isimlerinin anlamlarını araştırdım ve ilginç sonuçlar ortaya çıktı. İşte köyümüzün adlarının kökenleri: 
 MULA NE DEMEK? 
          Mula/Mulla (sözcüğü) bu sözcük, İ.Ö. 2.binyıldan kalma bazı Anadolu adlarında karşımıza çıkıyor.(H.Ten Cate, Luwian Popilation Grups, s.153-154) Luwi/pelasges dilinden ya da luwi dilinin İÖ. 1.binyıldaki ardılı Anadolulu dillerden gelmiş olup bizzat Hellen yazarlarında yahut Hellen dilinde yazılmış diğer belgelerde aktarılan biçimiyle öğrendiğimiz Anadolulu adlarda, Moullassa adındaki gibi, Moula olarak yahut Mylassa adındaki gibi Myla olarak rastladığımız öğenin, aynı Mula sözcüğü kuşkuya düşmek için hiç bir neden yoktur.
           Myla/Myle (Latin yazılımında e ile gösterilen ses, Hellen yazılımında eskiden a ya yakın değer taşıyan eta, h ile ) sözcüğü, eski hellen dilinde de vardı. Ve Değirmen demektir. Çok dikkate değer ki, Pausainias(3 I 1 ve 3 XII 5) Hellenler öncesi dönemde yaşamış ilk Sparta kralını Lelexn (yani Leleg) diye anıyor ve değirmeni (Myla) icat eden kişininde bu destan kralının oğlu Myles olduğunu anlatıyor.(3 XIX 2) Myles, helen dilinde Değirmen anlamındaki Myla/Myle sözcüğünün (dişi ad) erkek adı olarak kullanılabilecek eril biçimine getirilmiştir. Diğer yandan Hint-Avrupa ailesinden başka dillerde de Değirmen anlamında Mula ya çok yakın sözcüklerle karşılaşıyoruz.: Fransızca da Moula, Almancada Mühle, İngilizcede Mill gibi. Bütün bunlara bakarak Mula öğesini içeren Anadolulu adlar içinde bu öğenin Değirmen anlamında bulunduğunu anlayabiliyoruz(1).
           Bu tanımdan yola çıkarak köyümüz kurulmadan önce bile dere kenarlarının uygun olması nedeniyle buralara komşu köylerde yaşayanlar tarafından çeşitli değirmenler yapıldığını ve değirmen olduğu içinde burasına yer olarak Mula denidildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Zaten o yöredeki köyler içerisinde en fazla değirmeni olan köyümüzdür. Binalar içerisinde de en eski olanları değirmenler ve onlara ulaşmak için yapılan köprülerdir.
           Ayrıca Lazca da Mulanın anlamı Karaağaçtır(2). Ancak yapı olarak baktığımızda bu ağaçtan köyümüzde çok fazla olmaması nedeniyle ismin bu ağaçtan dolayı verildiğı kanısını zayıflatmaktadır.
           Kısaca köy kurulmadan önce de ve köy kurulduktan sonra da bu yerin adı hep Mula idi.
          Karadenizdeki yerleşim yerleri isimlerinin Türkçeleştirilmesi amacı ile Enver Paşa nın emri ile köyümüzün ilk adı olan Mula nın değiştirilmesi için 20 Haziran 1915 tarih ve 63 sayılı yazıda önerilmiş ve Demirhisar adı verilmiştir. 
 DEMİRHİSAR
           Günümüzde Yunanistan sınırları içinde kalan ve 13 Haziran 1907 tarihi öncesinde Siroz, Zihne ve Demirhisar kazalarında bir buçuk ay zarfında Rum ve Bulgar çetelerinin saldırılarına uğrayan Türklerin anısına 1907 yılında denize indirilen ve donanmaya katılan yuzbaşı Ahmet Şefik Bey komutasındaki Torpitobot a Demirhisar adı verildi. Osmanlı Donanmasında yıllarca görev yapan bu gemi muhtemelen içerisinde Karadenizlilerinde bulunduğu 35 personeli olan ve 16 mil hız yapan bir gemi idi. Ancak, bu gemi 16/4/1915'te İngilizlere teslim olmamak için personeli tarafından Sakız Adası'nda karaya oturtuldu, gemi daha sonra İngiliz gemilerince tahrip edildi (3).
          İşte bu yıl içerisinde isim değişikliği yapılan köyümüze büyük bir olasılıkla bu gemi içerisinde şehit olan yakınları olduğu için bunların isteği ile Demirhisar adı verilmiştir. Ancak, bu sülalelerin(Kayıkçıoğulları gibi) uzun süre köyde kalmaması nedeniyle bu isim uzun ömürlü olmamıştır.
           Günümüzde Rizeye ve Mersine bağlı Demirhisar köyleri hala vardır.
           Mula olarak kayıtlara geçmeye devam eden Köyümüzün adı 25 Haziran 1955 gün ve 22105-7304 sayılı genelge ile Alazlı olarak değiştirilmiştir.

ALAZLI
          Alazlı tamamen Türkçe bir kelimedir. Alaz yani kırmızısı az(kızıla dönük) kelimesi ile lı ekinin birleşmesinden oluşmuştur. Alaz kelimesi belirli dönemlerde anlam kaymalarına uğramıştır. Günümüzde Alaz ın anlamı alev, ateş dili ve yalazdır(4).
           Tarihi kaynaklara baktığımızda Türklerin Alaz la hep bir ilgisinin olduğunu görüyoruz. Öncelikle Alazlama, bazı Türk boylarında geniş bir şekilde yayılmış olan bir tören şekli idi. Al sözcüğüyle aynı kökten olma fikri, araştırmacılarda, Al ruhunun, ateşle bağlantısı olduğu kanaatini uyandırmıştır. Altay ve Yenisey şamanları, törenin başlama zamanında, Alaz diye bağırırlardı. Alaz ın Sami dilindeki anlamı, Amin demektir. Başkurtlar ve Oğuzlardaki Alazlama töreni, kırmızı bir bez parçası yakılıp hastanın başının etrafında, alaz alaz diye dolaştırılarak yapılır. Bu daha çok bir tedavi şeklidir(5).
           Alazlı kelimesinin Çağatay Türkçesindeki anlamı Dereli demektir. Köyümüz coğrafı olarak incelendiği zaman Alazlının bu anlamının daha doğru olduğu düşüncesi oluşmaktadır. Köyümüzün kurucularından olan Kıpçak Türkleri, Xl. Yüzyılda Orta Asyadan göç sırasında belirli bir dönem Gürcistan da kaldıklarını tarihi kaynaklar belirtmektedir. Bu kaldıkları yer Alazan nehrinin kenarlarıdır.Günümüzde Alazan (Azerice: Qanıx), Kafkaslardan doğan akarsulardan biridir. Gürcistanın doğu kesiminde Kür ırmağına katılır. Uzunluğu 351 km dir. Bir bölümü, Gürcistan-Azerbaycan sınırını oluşturur. Kafkas Dağlarından doğan Alazan, iki akarsuyun birleşmesiyle oluşur. Ahmeta kenti, Alazan kıyısında kuruludur. Kahet bölgesinde Alazan vadisi meyve yetiştiriciliğinin önemli alanlarından biridir. Bu vadi, yüzyıllar boyunca İran tarafından istila edilmiştir( 6) şeklinde anlatılıyor.
           Ayrıca, M.Ö. 5. Yüzyılda Karadeniz'in kuzeyini gezen Herodot Türk Sakaların Alazon (+Alazlar) boyundan söz eder(7).
           1955 yılında resmiyet kazanan Alazlı isminin bir geçmişi olduğu kesindir. Günümüzde köylerinden uzakta olanların bile bir an olsun unutmadığı memleketini göz önüne alarak geçmişteki insanların geldiği memleketi unuttuğunu düşünmek herhalde saflık olur.

Kaynaklar :
1)Umar, Bilge. Türkiyedeki Tarihsel Adlar sayfa 586
2)http://www.lazuri.com/tkvani_ncarepe/i_a_mzgudape_bitkiler_01.html 2007
3)http://www.geocities.com/turk_navy/bilgi/demirhisar.htm 2007
4) Güncel Sözlük, Türk Dil Kurumu .
5) http://tr.wikipedia.org/wiki/Alazlama 2007
6) http://tr.wikipedia.org/wiki/Alazan 2007
7) http://buyukforum.yforum.net 2007

ÇOBAN DERNEĞİ YAYLA ŞENLİĞİ

YERİ VE TARİHİ : Alazlı-Düzköy Yaylası - 27 Ağustos
DÜZENLEYEN KURULUŞ : Alazlı Köyü Muhtarlığı
İLK DÜZENLEME TARİHİ:27 Ağustos 1935
TARİHÇESİ
Çoban Derneği nin asıl adı Keloğlu derneğidir. Alazlı yaylası ile Düzköy yaylası sınırlarının bitiştiği yerde geniş bir alan üzerine kurulur. Dernek, Alazlı köyünden çete kahramanı Keloğlu Süleyman Çelik tarafından kurulmuştur.
27 Ağustos 1935 sabahı Çoban Derneği nin bitişiğinde bulunan Ballı Kıran tepesinde güneşli, berrak bir hava vardı. Süleyman Keloğlu, oğulları davulcu Karababa ve zurnacı Ömeri yanına çağırarak -Bakın Oğullarım dedi. -Şu karşı ki çimenlik alanı görüyor musunuz? 1916 yılının 27 Ağustos günü Rus ve Ermeni askerleri burayı işgal ederek karşıda bulunan alanda askeri eğitim yapıyorlardı. O zaman aynı böyle güneşli bir gündü. Çok zor durumdaydık. Yiyecek hiç bir şeyimiz yoktu. Çimenler arasından yeşil otları toplayarak ağızımızda çiğner, suyunu içerdik.
Alazlı köyünden çete kahramanları olan arkadaşlarım Şükrü Keloğlu, Yunus İshak, Mustafa Kara, Emin ve İsmail Demir yanımdalardı. Rus ve Ermenilerle burada 60 gün çarpıştık. Sonunda bu güzel yerleri onlardan geri aldık. Haçka yaylası denilen yerin Ağaçbaşı mevkiinden aşağı doğru onları kovaladık. Bir kısmını da esir aldık. Allah a çok sükürler o zor günleri geride bıraktık ve bana bu günleri gösterdi.
Daha sonra oğullarından davul ile zurnayı getirmelerini istedi. Şimdiki Çoban Derneği nin kurulduğu yere gittiler. Orada davul ve zurna çalmaya başladılar. Babaları Süleyman Keloğlu elindeki tüfekle Rus ve Ermeni askerlerle burada savaşmıştı. Onunla ara sıra ateş etmeye başladı. Baba ile oğullarının arasındaki bu şenlik saatlerce devam etti. Süleyman Keloğlunun amacı; dernek yeri ve bitişik obaların Rus ve Ermeni işgalinden kurtuluşunu kutlamaktı. Şimdiki Çoban Derneğinin bitişiğindeki obalar; Alazlı, Düzköy, Çayırbağı ve Derinoba da yaşayan oba halklarını da davul ve zurna müziğinden duygulanarak; kadın, erkek, çocuk dört bir taraftan gelip bu alanda toplandılar. Müzik eşliğinde gruplar halinde horon oynadılar. Günün akşamına kadar içki içip silah attılar. Orada yapılan bu eğlenceden çok memnun kaldılar. Akşam olunca şenlik yerinde toplananlar evlerine geri döndüler.
Aradan bir yıl geçtikten sonra, aynı günün sabahı aynı yerde toplanarak davul, zurna ve kemençe çalmaya başladılar. Horon oynandı, tabancalar patlatıldı. Kır yemekleri yenildi. Bitişik obalardan gelenler, el sanatlarını dernek yerinde sergileyip sattılar. O günden sonra şenlik yapılan yere, Keloğlu Derneği adı verildi. Daha sonra dernek iki isim aldı. Bunlar:
1-Çoban Derneği: Bu derneğin cıvarında bulunan oba halkı 27 Ağustos tan önce Mezere denilen daha alçak yerlere göç ederlerdi. Yaylada daha çok koyun çobanları kalırdı. Dernek yeri geniş bir alanı kapladığı için çobanlar burada koyun ve keçilerini otlatarak bir yandan kaval çalar, horon oynarlardı. Halk arasında buna bakılarak buraya Çoban Derneği adı verildi.
2) Son Derneği: Bitişik obalarda, Karaptal ve Honefter derneklerinden sonra kurulduğu için halk arasında Son Derneği adını aldı.


Kaynak: Şen, Ömer Trabzon tarihi





ALAZLI KÖYÜNDE KAYIP OLAN BİR EL SANATI: KETEN DOKUMACILIĞI

          Yakın zamanımıza kadar yöremiz insanlarının bazı giyim ihtiyaçlarını karşıladıkları keten dokumacılığı artık yöremizde tamamen kayıp olmuştur.
           Çocukluğumuzda değerli şeylerin saklandığı seranderimizde bulunan, tahtadan yapılmış bazı aletlerle oynamak istediğimizde ninemiz:
           -Onlar benim için değerlidir. Onlarla oyun oynayamazsınız. Onlarla ben ne fanilalar, ne işlikler, ne peşgirler dokudum. Büyükbabanıza öyle mintanlar yapardım ki o beyazlığı hiç kimse veremezdi derdi gülümseyerek.
            Bizde tahtadan yapılan bu aletlere bir anlam veremediğimizden sorardık:
            - Bunun adı ne nine? O da:
            - Ne olacak. Keten dokuma tezgahı derdi.
            Ketenin ne olduğunu bilirdik. Çünkü mısır tarlalarımızın arasına ektiğimiz kendirden elde edilen iplerle bizde Kolçak dediğimiz bir oyuncak yapardık. İşte bu iplerle yapılan keten dokuması yöremizde çok eskiden beri yapılmaktaydı.
            Arkeolojik bir kazıda bulunan, 10 bin yıl öncesine ait işlenmiş keten parçası, bu dokunun tarihi hakkında ipucu veriyor. Anadolu da genellikle gayri-müslim esnafın elinde olan el sanatları (inşaatçılık, oymacılık, bakırcılık, kaşıkçılık) bölgede müslümanlar tarafından büyük maharetle gerçekleştirilmektedir. Hitit kaynaklarında Karadeniz bölgesinde yaşayan, Kaşka adı verilen halkın kendir ektiği ve dokumacılık yaptığı kayıtlıdır. Homeros da Karadeniz bölgesinde kendir ekildiğini ve dokumacılık yapıldığını doğrulamaktadır. Eski dünyanın keten dokumacılığı yapılan iki bölgesinden birisidir bölgemiz (diğeri Mısır), bu yüzden Homeros, Karadenizlilerin (Kolhisli olarak adlandırmış) Mısırlı olduğunu iddia etmiştir. Biliyoruz ki kendir 1970 li yıllara dek tarlalarımızın bir köşesinde ekilmekte ve her aile dokuma ihtiyacını kendi tezgahlarında dokuyarak gidermekteydi. Keten ve kendir dokumacılığında merkez Karadeniz bölgesiydi. Kastamonu, Taşköprü dışında Mardin, Musul ve Bağdat'ta keten dokumacılığı vardı.Dış ülkeler Trabzon'dan satıldığı için Trabzon bezi diye tanınan bez özellikle aranan bir dokumaydı. Bölgeden Roma, Osmanlı ve cumhuriyetin ilk yıllarında kendir tohumu ve keten bezi ihraç edildiği bilinmektedir. Hemen her aile kendi ihtiyacını karşılayacak oranda kendir ekmekte, ihtiyaç fazlası kendir lifleri ve ustupiler Trabzon, Sürmene ve Rize gibi merkez pazarlarda satışa sunulmaktaydı. Kirman ve urgan, her türlü kendir lifinden yapılmakla birlikte, dokuma yapılacaksa beyaz renkli elyaflar seçilir, daha ince iplik yapılır, boyanır ve feretiko tezgahlarında dokunurdu. Kısa elyaflarda çarık bağı, çuval ipi yapımında, kuvel adı verilen kendirden kalın ipler elde edilip halat yapımında kullanılırdı Örneğin, 1920'li yılların sonlarına kadar giysi için üretilen kumaşların %80'i, denizcilerin kullandıkları sicimlerin %90'ı ve kâğıt üretiminin %75'i, tüm dünyadaki yüzlerce hektarlık kendir tarlalarından sağlanıyordu. 

          Kendir dokumacılıkta kullanılan bu bitki, Karadeniz in iklim özellikleri nedeniyle hiç bir yerde olamayacak uzunlukta yetişir buralarda. Karadeniz insanı bu uzun ve sık yapraklı bitkiyi, topraklarının sınırlarına diker, evlerine doğal çitler yapar. fakat, keten ziraati, tohumları uyuşturucu madde yapımında kullanılıyor diye yasaklanınca hammadde gelmez olunca otomatikman keten dokumacılığı yöremizde yok olma durumuna gelir. Yine de dokunur; fakat, mısırlar arasında kaçak keten yetiştirirler onların elyafıyla keten dokumacılığı yapmaya çalışırlardı.
          Keten dokumak için öncelikle ipin elde edilmesi gerekmektedir. Bu da oldukça zahmetli bir iştir. Nisan ayında ekimi yapılır. Keten tohumunun ekilip iplik hâline gelinceye kadar ki kısmına kendir denilir. Ekilen kendir tohumları 3-4 ay sonra olgunlaşır ve sararır. Güz geldiğinde, kendirleri keser, deli akan sularda ıslatıp yumuşamaya bırakır. Kıvama geldikte sonra, döverek liflerini ayırır. Eline demir tarak alır, kızının saçını tarar gibi sevgiyle kendiri tarar.
           Yumuşacık lifler oluşmuştur. Yaşlı kadınlar, bu lifleri eğirir, gençlere verir. Çalışkan Karadeniz kadını, tezgahında bu bitkiye yeniden hayat verir. İp haline gelen keten yörede "düzen" adı verilen dokuma tezgahlarında 30, 40 ya da 50 cm. eninde dokunurdu. Eşinin, çocuğunun, büyüğünün iç çamaşırını, dokuduğu bu bezden diker. Ne kadar sağlıklı olduğunu bilmeden belki de...
           Çünkü; kendir ipliği nem karşısında şişmez aksine büzülür, dokuda oluşan aralıklardan cilt her daim teneffüs eder. Ev yaşamına farklı renkler, dokular ile değişik kombinasyonlar önerebilen keten dokumalar %20 ye varan emiciliğe sahip ve güveye, kötü havalara, kire karşı dayanıklıdır. Doğal dokusu özellikle kuru ciltler için masaj etkisi yaratıyordu.
           Çalışkan Karadeniz kadını, bu liflerden eşsiz örtüler dokur, çeyizler hazırlar. Damadın yağlığı, mintanı hazırlanır genç kızların göz nuruyla. Yöremizin genç kızları gün içerisinde genellikle tarlalarda çalıştığı için dokuma işini gece geç saatlerde veya sabahın erken saatlerinde yapmaktaydı. Keten dokuması yapan bir genç kız ile onun yanına giden sevgilisinin durumunu anlatan o zamanın şivesi ile söylenen bir kaç türkü:
Kakdum sabahdan ergen
Kuş dalda oguyiken
Vardum puldum yarimi
Keten-da dogiyiken

Atimi pağlayayim
Terelerin sazina
Keten-da dogiyiken
Sarıldım poğazina

Kar yağar yağmur yağar
Lemlendirdi yerleri
Olân çeğil oyana
Keseceksün telleri

Evaylar olsun peni
Pen verem oldum verem
Olân kesdin telleri
Peni vuracak nenem

Poncuklidir poncukli
Sevdiğümün kollari
Nenen görmesin dedum
Pağlayayalum olari
           Gündüz tarlada çalışan gecelerinde keten dokuyan genç kızlardan şikayetçi olan delikanlılar bu durumu şöyle dile getiriyorlardı:
O giyduğun entari
Harelidur hareli
Gel konuşalım bir-as
E-beyas entareli

Evun başi kendirluk
Ne kürlukdur ne kürluk
Azacuk konuşuglan
Kunluk olurmi kunluk
           Sevgilisinin devamlı keten dokuma tezgahı ile meşgul olmasına alınan delikanlılar kendilerini türkümüzdeki gibi:
Karenmüşün dalından
Asalım salıncağı
Kizlar keten tokiyur
Ben olsam gulincağı
          Diyerek tezgahta ayak basılan basamak olan Gulincak yerine geçmek istiyor.
Yöremizin kadını, beline sardığı peştamalı renk renk dokur bu tezgahlarda. Ama bir gün dokuma tezgahları tavan aralarına kalkmıştır. O ritmik sesler, dokunurken atılan türküler yoktur artık...
Peştamal tezgahinda
Canum çikayi canum
Gidecoğum kocaya
Oturacağum hanum...
demez artık kimse...
Yöremizin kadınları polyestere, hazıra yenilmiştir, sanat yapmamaktadır, maharetini gösterememektedir.Yıllar geçer, gençliğinde, çocukluğunda dokuma yapan eller
70 -80 yaşlarına gelmiştir. Onların da göçmesiyle bütünüyle yok olur bu sanat yöremizde, köyümüzde.


Kaynaklar :
1-Mehmet Koç un çocukluk anıları.
2- Caferoğlu, Ahmet(1946) Kuzeydoğu İllerimiz Ağızlardan Toplamalar Ankara: Türk Dil Kurumu Yayını Akçaabat Kalkiya Köyünden Mürsal Çubukçi dan maniler alındı. Sayfa 248
3-http://www.okulyolu.biz/yeni/eskiler/
dokumacilik.htm.2007-03-19
4-Doğa Karadeniz Dergisi, Sayı: 2
5-http.autocadokulu.com/fanclub
/index.php .2007-03-19
6-http://forum.kanka.net/archive/index.php. 2007-03-19

TRABZONU AYDINLATAN İLK SANTRAL: IŞIKLAR

(Cumhuriyet döneminin ikinci ve Trabzonu ilk olarak aydınlatan ve hala aydınlatmaya devam eden Işıklar Santralının kuruluş hikayesidir.) 
          Birinci dünya savaşı öncesinde gaz lambaları ile aydınlatılan Trabzon savaş sonrasında çeşitli girişimlerle elektrik ile aydınlatılmaya çalışılmıştır.
         Belediye ve ticaret odasının girişimi ile Mart 1924 başında belediye başkanınında içinde bulunduğu Kazaz zade Hüseyin, Nemli zade Sabri, Barutçu zade Hacı Ahmet, Haci Ali Hafız zade Mehmet Salih, Hacı Hamdizade Hacı Hami, Culha zade Hacı Kadri, Hacı Rüştü Hafız Efendiler den oluşan bir heyet şirket kurarak Elektriği Trabzona getirmek için toplandılar. Bu heyet ön hazırlıkları yapabilmek için Trabzona Tarsusta belediyeye elektrik işleri yapan Fransız asıllı Ribeau yu davet etti. Temmuz 1924 yılında Trabzon a gelerek incelemelere başlayan mühendis Ribeau, önce Değirmendereyi gezdi. Daha sonra Sera köyü cıvarında da incelemeler yaparak en uygun elektrik üretimi yapılacak sahayı keşfetmek için faaliyete başladı. Bu incelemeler sırasında Fransız mühendis,Visera mevkiinde Uçarsu şelalesinin elektrik üretimi için en uygun yer olduğu kanaatine vararak yeni bir rapor hazırlamıştır. Buradan elde edilecek enerji ile Akçaabat ilçesi de aydınlatılacaktır. İstikbal gazetesinin mühendis Ribeau nu raporu ile ilgili haberi şu şekildedir:
Teşebbüsatın ilk safhası hitam buldu. Müteşebbis heyet mühendis mösyö Ribeau nun Visera suyundan elektrik istihsali programını kabul etti. İş imtiyaz almaya kaldı.
          Visera mevkiindeki Uçarsu dan istifade suretiyle elektrik istihsali için tedkikat yapan mösyö Ribeau nun raporu heyet-i müteşebbise kabul etti.
       Bu rapora nazaran, matlup tesisat için yüz altmış dört bin lira masrafa ihtiyaç vardır. tesisatın bilcümle aksamı ihtiyati tahminlerle bu masarifa ithal olunmuştur. Visera uçurumunun bugünkü irtifayi kafi olmadığı için su borularla uçurumlu havaliye nakil edilecek ve oradan uçurulacaktır ki, bu süretle elde edilecek uçarın irtifai dört yüz yirmi iki metre olacaktır. Taştan tebaan ettiği için tamamen saf ve berrak olan bu su nakledileceği uçurumdan Galatma deresine dökülecek ve fabrika dere içinde tesis edilecektir.
Dört yüz yirmi iki metre uçardan dört bin beygir kuvveti istimal edilebilir. Sade bugün yapılmak istenilen tesisat için bu kuvvet ziyade olduğundan şimdilik bin beygir kuvveti istimal edilecektir. Bu kuvvetin husulü için iki türbin makinesine ihtiyaç vardır. türbinlerin beheri on bin liraya alınabiliyormuş,bilahare fazla kuvvete hasıl olacak derecede sair tesisat yaptırılmak istenirse ilave edilecek türbin makineleri ile kolayca bu maksat hasıl olmuş olacaktır.şimdilik istihsali takrir eden bin beygir kuvveti ile yirmişer mumluk yirmi bin lamba temin edilecektir. Mühendis Ribeau bu tesisat için tespit ettiği haritalar vesaire müteşebbis heyet tarafından tamamen kabul edildiği için teşebbüsün birinci safhası hitam bulmuş demektir. Şimdi nöbet bir istida ile Vafia Vekaletinden imtiyazı almaya kaldı. Bu meseleninde uzun müddet geçikmeyeceği ümit olunabilir.denildikten sonra oluşturulacak anonim şirket için çıkartılacak hisse senetleri üzerinde duran gazeteye göre; bu senetler asgari bin kuruş olacakmış denilerek, bu paranın fazla olduğu ileri sürülmektedir.
          Ağustos ayı içerisinde elektrik imtiyazı için Nafıa Vekaletine başvuran şirket müteşebbis heyeti, elektrik imtiyazı dışında Akçaabatla Trabzon arasında tramvay işletme imtiyazı da istemektedir. Nafıa vekaletinde Trabzon mebusu Şefik bey tarafından takip edilen imtiyaz isteği 1924 yılı sonlarına doğru kabul edilerek 1925 yılları başlarında mühendis Ribeau ile anlaşma imzalanmış ve işe başlamak için mühendis Şubat 1925 de Trabzon a gelmiştir.
      160 bin lira sermaye ile oluşturulan Trabzon Elektrik Şirketinin semayesi 1928 yılında 350 bin liraya,1929 yılında da 600 bin liraya çıkartılmıştır. İnşaatına 1926 yılında başlanılan santral,1929 yılında üretime geçmiştir. Trabzon a 32200 metrelik hava hattından aktarılan elektrik enerjisi şehre kadar 512 demir ve ahşap direklerle aktarılıyordu. Aynı şekilde Akçaabat ı da aydınlatan elektrik santralı, Trabzon da işyeri sayılarınında artmasına neden olmuştur. Elektrik enerjisi gelmeden önce 30 cıvarında olan atölye sayısı, elektrikten sonra 65 e yükselmiş, bir çok fındık kırma makinası devreye girerek elektrik enerjisinden faydalanmaya başlamışlardır. 1932 yılı itibarı ile şehrin aydınlatılmasında kullanılan şirkete ait 90 lamba ile belediyeye ait 700 lamba bulunuyordu. Bu lambalarla şehrin aydınlatılması sağlanıyordu. Belediyenin şirket sermayesine katkısı ise 1929 yılı itibarı ile 65bin lira idi. Yine 1932 yılında şehirde elektrik abone sayısı iki bin cıvarındaydı.
       Santral 1929 yılında 121.900 kilovat/saat elektrik üretirken, bu üretim 1930 yılında 991.500, 1931 yılında 1.019.500, 1932 yılında ise 942.000 kilowat/saate ulaşmıştır.
Söz konusu şirket 1937-1938 döneminde Türkiye deki özel elektrik işletmeleri ile birlikte devletleştirilmiştir.
Kaynak:
Çicek, Rahmi(1999)Trabzonda Yerel Yönetim Düşüncesi ve Şehirleşme Çalışmaları Trabzon tarihi sempozyumu sayfa 602




KARADENİZ DEMİRYOLUNUN YAPILMAMASINDAKİ TARİHİ ENGELLER

           Taşımacılıkta özellikle yük taşımacılığında demiryolları diğer yollara göre daha fazla fayda sağlamaktadır. Bu nedenle gelişmiş ülkeler öncelikle demiryolu yapımı ile ilgilenmişlerdir. Osmanlı devrinde Anadolu'nun pek çok yerine demiryolları yapılırken Karadeniz'e silah taşımacılığında kullanılabilir diye Rusların engellemesi sonucu demiryolları yapılamamıştır. 

          Rus hükümeti Anadolu'nun Rus hududu istikametinde demiryolu yapılmaması hususunda İstanbul'daki Rus elçisi tarafından Osmanlı Devletine bu hususta bir nota verilmiş ve kısa süren müzakereler sonunda Sultan II. Abdülhamit  1900 yılı Nisanında Rusya'yı tatmin edecek bir taahhüdü imzalamak zorunda kalmıştı. Bu taahhütle,  On yıl müddetle (yani 1900 den 1910 yılına kadar) Türkiye tarafından Karadeniz sahilleri ve Kafkaslardaki Rus sınırı istikametinde demiryolu yaptırılmayacaktı. Hiçbir yabancı devlete bu hususta imtiyaz verilmeyecekti.
           Bu suretle Ankara'nın ötesinde, Anadolu'da, bundan böyle demiryolu inşasına girişilmeyecekti. Halbuki Fransızlar bir müddetten beri Karadeniz sahillerine bir demiryolu inşası için imtiyaz almayı tasarlamışlardı; dolayısıyla bu yoldaki projelerden vazgeçmeleri icap ediyordu.
           Sultan II. Abdülhamit'in tahttan indirilmesi ve yerine V. Mehmet Reşad'ın getirilmesi üzerine Rus hükümeti İstanbul'a yeni bir elçi olarak Nikolay Çarikovu adadı. Çarikov, 15 Ekim 1911 tarihinde Sadrazam Sait Paşaya sunduğu deklarasyonda 1900'deki Anadolu'nun bazı yerlerine yapılacak olan demiryollarının serbest bırakılması karşılığında boğazlardan Rus savaş gemilerinin serbest bırakılmasını ister. Ancak Osmanlı devletinden hayır cevabını alır.
            Trabzon için yol denilince kuşkusuz ilk akla gelen Trabzon-Erzurum yoludur. 19.yüzyıldan beri Trabzon'un gündeminden çıkmayan bu yol için 1923 yılında Chester projesi kapsamı içerisine alınmaya çalışılan Erzurum-Trabzon demiryolu meselesi gerek Trabzon'un ileri gelenleri ve gerekse siyasi çevreler tarafından Ankara'ya yapılan politik baskılarla sağlanmaya çalışılmıştır. Bu amaçla Trabzon Belediyesi, Erzurum belediyesi ile birlikte hareket ederek TBMM ve Nafıa Vekaleti nezdinde girişimlerde bulunmuşlarsa da sonuç elde edilememiştir. Çünkü Chaster projesi Türkiye'nin dış politikasında oynadığı kozlardan biridir. Bu koz 1925 yılından sonra elden gidince proje ile birlikte Trabzon-Erzurum demiryolu hattı da rafa kaldırılarak, Cumhuriyet hükümeti Transit yol adı altında mevcut karayolunun genişletilmesi projesini uygulamaya koymuştur.
          Atatürk,15 Eylül 1925 tarihinde Trabzonu ziyaretinde yaptığı konuşmada
Bu feyyaz, ahalisi zeki, müteşebbis, çalışkan olan Trabzon'umuzu az zamanda dahile şömendöferle raptolunmuş, güzel rıhtım ve limanla teçhiz edilmiş görmek netice-i âmâlimdir."demiştir.
    Ulu önder Atatürk ün isteğinin yerine getirileceği günü hala bekliyoruz.


ALAZLI KÖYLÜLER AYAKLANMA BASTIRIYOR

              16 yy ikinci yarısından itibaren bozulan dirlik sistemindeki timar sahiplerinin yerini çoğunlukla sipahi kökenli ayan adı verilen nüfuzlu ve zengin kimseler almaya başlamıştı. Devlet bu kimselerden vergi ve asker toplanması gibi işlerde yardım talep ediyordu.

              Önceleri devlet adına asker ve vergi toplarken iyice güçlenince kendi adlarına asker ve vergi toplayan bu ayanlar bazen güçlerini birkaç nesil sürdürmüş ve Anadolu'da yerel hanedanlar oluşmuştu. İleri ki asırlarda güçlerini artıran ve bölgesel güç haline gelen bu ayanlar bazen hudutların savunmasını bazen de bölgelerinin idaresini üstlenmişlerdi. Ayanların gücüne dayanarak ayakta durmaya çalışan devlet, onların vergi ve asker toplama bahanesi ile halkı soyduğu ya da birbirleri ile olan mücadelelerinde halkı ezdiği zamanlarda onlara söz dinletememiş, çoğu kez söz dinlemeyip baş kaldıran bir derebeyi diğerlerinin yardımıyla tepeleyebilmişti.

             17. asırda Trabzon'a tayin edilen valiler aynı zamanda Karadeniz'in kuzeyinde Osmanlı sınırlarını zorlayan Ruslar'a karşı hudutları savunmakla görevlendiriliyorlardı. Asrın başlarında Azak Muhafızı olan valiler Trabzon'a uğramadan direk Azak a gidiyor, Trabzon u da mütesellimleri vasıtası ile yönetiyorlardı. Azak ın düşmesinden sonra da bu durum devam etmiş, Trabzon valileri Sohum, Anapa ve Faş Kaleleri muhafızı ya da Doğu Seraskerliği görevi ile Rus yayılmasını durdurmakla görevlendirilmeye devam etmişlerdi. Devlet bu savaş ve seferlerde bölgedeki bir çok ayan yada ağadan asker ya da malzeme tedarikinde yardım, bazen de topladıkları askerlerin komutanı olarak sefere iştirak etmesini istemişti.

           Devletin Rus hududunda karşı karşıya bulunduğu tehlikenin farkında olan Hazinedarzade Osman Paşa daha önce bölgede huzursuzluk nedeni olan ağalardan devlet hizmetinde yararlanma yoluna gitmiş ve Tuzcuoğlu Memiş Ağanın kardeşinin oğulları olan Tahir'e Rize Mütesellimliği, Abdülkadir'e ise Çürüksu kaymakamlığı görevi vermişti.

           Bu sıralarda Mısır'da Kavalalı Mehmet Paşa'nın isyanı patlak vermiş ve açılan sefere askerleri ile birlikte iştirak etmek istemeyen Abdülkadir toplanan kuvvetlerin Trabzon'dan ayrıldığını duyar duymaz harekete geçerek Gönye sancağını basmış ve Artvin'den topladığı kuvvetlerle Rize, Sürmene ve Of kazalarındaki taraftarlarını harekete geçirerek Trabzon üzerine yürümek için hazırlanırken Osman Paşa tarafından Abdülkadir Ağa ve taraftarları bozguna uğrayınca af için Hazinedarzade Osman Paşa'ya müracaat ederler. Hüsrev Mehmet Paşa'nın araya girip sadrazamla görüşmesinden sonra affedilen Abdülkadir Ağa İstanbul'da ikamete mecbur edilmişti.

           İstanbul'da 6-7 ay kalan Abdülkadir Ağa memleketi olan Rize'ye dönmek için izin ister. Bu sırada vali Hazinedarzade Osman Paşa ile geçinemeyen Kalcıoğlu Osman Bey de Abdülkadir Ağa ile işbirliği içinde idi. Ona yazdığı mektuplarda elbirliği ile Hazinedarzade Osman Paşa'yı uzaklaştırıp Trabzon'u ele geçirmeyi teklif ediyordu. Rize'ye dönen Abdülkadir Ağa bir vergi meselesini bahane edip Rize havalisinde yeniden isyan bayrağını açmıştı. Kendisi 3000 kadar taraftarları ile Gönye sancağı üzerine giderken kardeşi Tahir Ağa'da 3000 kadar adamı ile Sürmene mütesellimi olan Mirmiran Şatırzade Osman Ağa'nın üzerine yürümek için Asbet (İyidere) iskelesine gelir.

             Böyle bir hareket için hazırlıklı olan Trabzon Valisi Hazinedarzade Osman Paşa Kethüdası Ahmet Paşa, Hacısalihoğlu Tufan Ağa ve Uzunzade Mehmet Ağa'yı Alazlı köyü ve çevre köylerden oluşan 6 bin asker 8-10 gemi ile Gönye taraflarına gönderirken, Sürmene'yi alan Tuzcuoğlu Tahir'e karşı mücadele veren Şatıroğlu Osman Paşa kuvvetlerine de Tirebolu Voyvodası Kahyaoğlu Emin Ağa ve Hacısalihoğlu Ali Ağa komutasındaki 8000 askeri yardım olarak gönderir.

            Gönye bölgesindeki Abdülkadir Ağa üzerine kuvvet geldiğini öğrenince Pazar'a doğru çekilmeye başlar. Kethüda Ahmet Paşa komutasındaki kuvvetlerin bir kısmı Ardeşen tarafından bir kısmı da denizden hareketle Arhavi'den batıya doğru çekilmekte olan Abdülkadir Ağa'nın kuvvetlerinin önünü Fındıklı'da kesmişti. Muhasaradan kurtulan Gönye Mütesellimi Musa Ağa da Hopa tarafından yetişmiş ve Abdülkadir Ağa'yı çembere almıştı.


                  Burada yapılan savaşta Tuzcuoğlu'nun kahyası Mehmet Ağa, bölükbaşılarından Kumbasaroğlu Süleyman, Karamahmutoğlu gibi iyi tanınanları ile 500 kadar askeri esir almış, diğerleri dağılarak kaçmaya başlamıştı. 18 Mart 1834 de Abdülkadir Ağa cephane ve toplarını Pazar'da bırakarak Rize'ye doğru kaçarken dağılan adamları da peyderpey Rize'ye çekilmişlerdi.
                Trabzon Valisinin kuvvetleri, Rize'deki konaklarına sığınmış olan Tuzcuoğlu Tahir ve Abdülkadir'in üzerine yürüdü. Rize'deki konaklarının etrafına siper kazdırıp binlerce Rizeliyi bu siperlere yerleştiren Tuzcuoğulları çok şiddetli çarpışmalardan sonra 30 Mart 1834'de gece vakti gizlice Of taraflarına firar etmeye muvaffak olurlar. Konakları yağmalanır ve yakılır.
.           Kaymakam Ahmet Paşa komutasındaki kuvvetler Rize tarafından, Kahyaoğlu Emin Ağa ve Hacısalihoğlu Ali Ağa komutasındaki kuvvetler Sürmene tarafından Of'u kuşatır. Köylerin sıkı sıkı aranması üzerine Of'ta barınamayacağını anlayan Tuzcuoğlu Abdülkadir Ağa 60 kişilik maiyeti ile birlikte Bayburt'un Aşağı Kırzı köyüne geçerek saklanır.
           Tuzcuoğlu'nun Aşağı Kırzı'da olduğunu duyan Bayburt Voyvodası İsmail Bey harekete geçerek Abdülkadir Ağa'yı yakalar ve Erzurum Valisine gönderir. Erzurum Valisi Esad Paşa isyanın elebaşısı olan Abdülkadir Ağa'nın kellesini vurdurarak İstanbul'a gönderir.




TARİHİ BİR MAHKEME İLAMINDA KOÇALOĞULLARI

          Şer'iyye Sicili, Osmanlı Devletinin adalet temsilcileri olan kadıların, vazifelerinin gereği bulundukları yerlerde içtimaî, iktisadî, siyasî ve askerî hayatın bütün yönleri ile kayıt altına aldıkları defterlere denir Kadıların görevli oldukları kazalarda adlî, idarî ve belediye işleri ile ilgili tanzim ettikleri kayıtlar son derece önemli bilgileri ihtiva etmektedir. O yöre ile ilgili bütün malumatı şeriyye sicillerinde yer almaktaydı.
           Siciller önemli tarihî olayların, tarihî şahsiyetlerin, mahallî yer adlarının, önemli tarihî müesseselerin ayrıntıları ile beraber doğru olarak tespitinde önem arz ederler. Sicillerde yer alan çeşitli hüküm ve vesikalardan; kasaba, köy ve mahalle isimlerini; yeni yerleşim yerlerini; terkedilmiş köyleri ve buralardan göç sebeplerini öğrenmek mümkündür.
           Ümit Erkan tarafından çevrilen 1509 No'lu Rize Şer'iyye Sicili Işığında Rize'de Sosyal Hayat yazısındaki bir mahkeme ilamında Koçaloğlu sülalesine rastlamaktayız. İşte o Mahkeme ilamı:
        Konu: Fırın gediği alacağından zarar ve ziyan
      Aded 141 B: Raşot karyesi
Lazistan Sancağının merkezi olan Rize kazası kurâsından Raşot karyesinden Topaloğlu Mehmed bin Yusuf meclis-i şeri şerif-i enverde takrir-i kelâm ve tabir-i anil-merâm idub Ğorğor karyesinden İsmailoğlu nâm-ı diğeri Koçaloğulları Ahmed bin Ali ve Ömer bin Tahir ile beynimizde mütehaddis fırın gediği alacağından ve zarar ve ziyan davalarından dolayı mezbûran ile aid olduğu mehâkimin her derecesinde müddeî ve müddeâ aleyh ve müştekî ve müştekâ aleyh sıfatlarıyla bidayeten ve iâdeten ve itirazen ve istinafen ve temyizen muhâkeme ve muhâsama ve mucâvebeye ve ikame-i şuhûd ve tahlîf ve teblîğ ve tebellüğa ve imzasıyla istidâ ve lâyıha tanzîm ve takdîmine ve taleb-i icrâ ve hacz vaz u fekkine ve ledel-hâce isbat-ı verâset iddiasına ve sulh ve ibraya vel-hâsıl mütevakkıf olduğu umûrun küllîsine tarafımdan vekâlet-i mutlaka-i sahiha-i şeriye ile dava vekîllerinden Mustafa Efendi ibn İzzet Efendiyi kabulune mevkûfe vekîl ve naib-i menab nasb u tayin eyledim dedikte ma vekaa bit-taleb ketb olundu. Fi l-yevmil-hamis min Şabani l-muazzam li sene isna ve selâsîne ve selâsemie ve elf.
Baş kâtib, kadı. Muhzır İbrahim Efendi, Kakavanzâde Kahraman Bey.
          Günümüz Türkçesi:
          Sayı:141 B Raşot Köyü(Rize-Çayeli-Karaağaç Köyü)
           Lazistan Sancağının merkezi olan Rize kazasının köylerinden Raşot(Karaağaç) köyünden Topaloğlu Mehmetin oğlu Yusuf en şerefli kanun ve nizam meclisinde ifade verdi ve maksadını açıklayarak Ğorğor(Trabzon- Sürmene- Küçükdere, Fındıcak, Birlik ve Armutlu köylerinin ortak adı) köyünden İsmailoğlu Diğer Lakabı Koçaloğulları Ali oğlu Ahmet ve Tahir oğlu Ömer ile aklına gelen Fırın gediği alacağından ve zarar ve ziyan davalarından dolayı zorla ait olduğu mahkemenin her derecesinde davacı ve aleyhinde dava açılan ve şikayetçi ve aleyhinde şikayet olunan sıfatları ile ilk olarak ve geri verilmek üzere ve itiraz edilebilir ve İstinaf yolu ile ve temyiz mahkemelerine açık ve muhalefete ve mucâvebeye ve gösterilen şahitlere ve yemin edenlere ve tebliğ edenlere ve tebliği alanlara ve imzaları ile emanet alanlara ve tasarıyı düzenleyenlere ve sunanlara ve icra talebinde bulunanlara ve hacizler vaz ve fekkine ve ihtiyaç görüldüğü zaman veraset iddiasını ispat için ve barış ve temize çıkarma velhasıl emirlerin tümü ile iş görecek olan kişi olarak tarafımdan mahkemenin mutlak açık vekaleti olarak ve dava vekillerinden Mustafa Efendi oğlu İzzet Efendiyi kabulüne vekil vakfedildi ve vekil olarak tayın eyledim dedikten sonra olay talebi yazıldı. Şaban ayının beşinci günü (Perşembe günü) 1332 (1916)
            Baş katip: Mübaşir İbrahim Efendi, Kadı: Kalkavanzade Kahraman Bey.
Kaynak: http://umiterkan.blogcu.com/1509-no-lu-rize-ser-iyye-sicili-nin-transkripsiyonu-17_17826691.html
Türkçe: Mehmet KOÇ

KOÇ, KOÇALOĞULLARI, KOÇALİOĞULLARI KİMDİR? KISACA TARİHÇESİ

          Karadeniz bölgesinde Samsundan Artvin e kadar hemen hemen bütün il, ilçe ve köylerde soyadı KOÇ olan ve kendilerine Koçoğlu, Koçaloğlu veya Koçalioğlu denilen sülalelere rastlanılmaktadır.

           Çeşitli kaynaklar; pek çok Müslüman ve Hristiyan ailenin toplu olarak yöremize sürüldüğü, aynı soyadı taşıyan ancak birbirlerinden çok az uzak bu büyük ailelerin kökeni belkide bu toplu sürgünlere dayanır şeklinde ifade etmektedirler. Ancak günümüzde bir birleri ile bağlantısı kalmayan Koç veya Koçaloğlu sülalelerine ait kişiler kendi soyadlarının dedelerinden geldiğine inanmaktadırlar. Şöyle ki;
           Görele ilçe merkezine 15 km mesafedeki Şahinyuva köyündeki soyadları Koç olan Koçalioğulları (Koçalu)na göre soyadları rahmetli dedelerinin babası Ali kafası ile çivi çakıyormuş, çiviye kafasını koç gibi hareket ederek vuruyormuş, bu hareketlerinden dolayı lakabı koç ali olmuş şeklinde belirtiyorlar.

           Yine, Akçaabat Acisu'daki Koçoğulları da soyadları olan Koç un Yiğit, gürbüz anlamında olduğunu ve koyunların erkeği olan koç tan geldiğine inanmaktadırlar.
Bir diğer inanış ise Düzköy Alazlıdaki Koçalioğullarının dedeleri olan Ali'nin Çocukken çok gürbüz ve yakışıklı olması nedeniyle ona Koç Ali denmesi nedeniyle bunun çocuklarına da Koç Alioğulları denmiştir şeklindedir.

           Oysa ki Koçoğlu, Koçaloğlu veya Koçalioğlu olarak anılan sülale bir Kıpçak (Kuman) Türkleri oymağıdır. Kuman boy ve oymak isimlerine sadece Doğu Karadeniz Bölgesinde değil kumanların yayıldığı diğer çoğrafyalarda da rastlanır. Karadeniz bölgesinde yaygın olarak bulunan Kuman oymaklarından biri de Koçallilardır. Diğer kuman boyları gibi Koçlar da Samsundan Artvin e kadar bütün Karadeniz illerine yaygın olarak yerleşmişlerdir. Bugün bütün Karadeniz boyunca Koç, Koçaloğlu veya Koçalioğlu olarak bilinen pek çok aile vardır. Bu ailelerden bazıları dedelerinin KOÇ ALİ adlı birisi olduğu için Koçali adını aldıklarını zannederek Cumhuriyetten sonra soyadı olarak koç, Koçaloğlu veya Koçalioğlu soy adını almışlardır. Oysa kelimenin aslı KOÇ+EL dir. Burada el veya il eski Türkçede yer, yurt anlamındadır. Bu nedenle Cumhuriyet öncesinde Koçelliler veya halk ağızı ile Koçallilar kelimesi Cumhuriyetle birlikte Koçoğlu, Koçaloğlu veya Koçalioğluna dönüşmüştür.

           Bu boya ait ailelerde bir kaç kuşak öncesinde Koç Ali lakaplı birisi yaşamış olsa bile ailenin adının buradan gelmediği muhakkaktır. Tıpkı yine bir kuman boyu olan Sarallar da bir kaç kuşak önce yaşamış Sarı Alinin oğulları değil, Saral boyuna mensup kişilerdir. Doğu Karadenizin bütün illerinde yaygın olarak yaşadıklarını bildiğimiz bu boyların mensuplarını bir kişinin torunları olarak düşünmek çok yanlıştır. Bu boyların bugün çok geniş bir çoğrafyaya yayılışı tarihi bir süreç içerisinde gerçekleşmiştir.

           Bu kadar geniş bir sahada gruplar halinde faaliyet gösteren Kumanları İslam kaynakları Kıpçak olarak anar. Kumanlar Rus kaynaklarında Polevets, Bizans kaynaklarının Kuman, Ermeni kaynaklarının Khartes, Alman kaynaklarının Falben olarak adlandırılıyordu. Çeşitli dillerde ki bu kelimeler saman beyazı, açık sarı, sarışın, sarı saçlı anlamındadır .Sarışın olma Kun+Sarı (Sarı-Uygur)+Kıpçakların birleşmesinden meydana gelen Kumanların bazı boylarının en önemli fiziksel özelliklerinden bir tanesidir.

           Genel anlamda bu fiziksel özelliklere uyan Koçaloğulları kaynaklara göre; Rasnonyi nin Macaristan da ki Kumanlarla ilgili bilgilerden derlediği Kuman Özel Adları adlı sözlüğünde yer alan Kuman menşeli isimlerden bölgemizde de yer ya da aile adı olarak rastlanan bazılarını da Ayaz/Ayazoğlu , Balaban/Balabanoğlu , Balta/Baltaoğlu , Barkan , Buğa/Boğalıoğlu , Çakan , Çora , Kaba/Kabaoğlu , Kaban/Gabanlar , Kaçmaz , Kara , Karaca , Karduman , Kepenek , Koç , Koçali/Koçalioğlu , Koçkar , Kolbas , Külünkoğlu , Tepret/Tepretoğlu , Tolun , Toruntay , Ulaş,Yula olarak sıralayabiliriz. Burada görüldüğü gibi Macar Türkolog Rasnonyi, Koç, Koçali/Koçalioğlu nu Kuman Türklerinden saymaktadır.

           Bir diğer kaynak olarakta Şavşat tarihinde: 1020 yılından itibaren Doğudan Selçuklu akınları gelmeye başlamıştır. Fatih Sultan Mehmet 1461 de Trabzon ve Rize yi alır. Bu sırada çevredeki bazı Türk yerleşim bölgeleri Atabekler tarafından yönetiliyordu. Örneğin, Şavşat ilçesinin Köprülü köyüne Kıpçak Atabeyi Zor-Tuna ilk camiyi yapar. Artvin Şavşat ilçesine yerleşenler genellikle Gürcüce bildiği halde az da olsa Türkçeden başka dil bilmeyen ve Gürcü olmayanlar vardır. Örneğin, Kurtoğulları, Koçoğulları, Gagozlar vs. lakaplarla anılırlar. Bunu yer adlarında da görmekteyiz. Bu yazı da belirdildiği gibi adı gecen Kurtoğulları, Koçoğullarının aslı Türktür. Araştırma neticesinde Koçoğullarının, Kurtoğullarının büyük ihtimal Kıpçak Türkleri olduklarından yanadır şeklinde anlatılırken açıkça Koç ların Kıpçak Türkü olduğunu belirtmektedir.

           Bir diğer kaynakta ise; Kıpçak Türklerinin 1050 yıllarında Orta Asyadan Karadenizin güney kısmına göç ettiklerini belirtmektedir. Kıpçak Türklerinin büyük bir kolu olan Koçalioğulları, tarım ve hayvancılık ile uğraştıkları için Trabzonun yüksek dağlık kısımları olan Tonya ve Akçaabatın çeşitli köylerine dağılmışlardır. Eskiden Akçaabat a bağlı olan ve daha sonra ilçe olan Düzköye bağlanan Alazlı (Mula) Köyüne yerleşen Koçalioğulları, köy merkezinden zamanla köyün çevresine dağıldılar şeklinde ifade etmektedirler.

           Kumanların bir oymağı olan Koçaloğullarının konuşma dilinde de Kıpçakçanın etkileri görülmektedir. Kıpçak Türklerinin konuştuğu Kıpçakça da dağ, tağ olarak ve geliyor ise keliyir şeklinde söyleniyordu. Ayrıca ğ yerine v kullanılıyordu. Bunun izlerini hala görebilmekteyiz. Yine çevremize baktığımızda Kumanca olan bek çok yer ve kişi adlarını kullanmaktayız. Örneğin Düzköy e bağlı Alazlı Köyünde bir yer adı olan Kozneşa kumancadır. Yine Hoşoğlan, Demirci, şişman gibi isimlerin kaynağı Kıpçakçadır.

           Diğer Türk unsurlar gibi Kumanların da Karadeniz in kuzeyindeki sahalar ve Doğu Avrupa da olduğu gibi Kuzey Doğu Anadolu ve Trabzon bölgesinde de çok önemli etkileri olmuştur. Tarihi olayları incelediğimiz zaman Kumanların bu bölgeye girmelerinin Kafkasya ve Gürcistan üzerinden olduğunu görürüz. Akçaabat nüfüs defterlerine göre, bugün kent içine ve köylerde oturanların kimi ailelerinin atalarının Konya, Adana, Maraş gibi uzak illerden ya da Kafkasya, Trakya, Mısır gibi uzak ülkelerden gelindiği öne sürülüyor. Buradan yola çıkarak Koçaloğullarınında diğer Kuman Türkleri gibi Kafkasya üzerinden Karadenize göç ettikleri söylenebilir.

           Kıpçak Türkleri (Kumanlar) 1017'de Orta Asya'da Karahitayların baskınıyla batıya göçtüler. 1050 Yıllarında daha önceden Karadeniz'in kuzeyine yerleşen Oğuz ve Peçenek guruplarıyla kaynaştılar.
           Trabzon yöresi Bizans İmparatorluğu ve Trabzon Rum Devleti döneminde bile yoğun bir şekilde değişik boylara mensup Türkler tarafından iskana sahne olmuştur. 11. ve 14. yüzyıllarda Kafkasya üzerinden gelen Kuman Türkleri, 1071 Malazgirt Zaferinden sonra da İran üzerinden gelen Oğuz boyları Karadeniz bölgesinde yoğunlaşmışlardır.

            Savaşçı, cesur ve yiğit insanlardan oluşan Kumanlar daha önceki yıllarda da Gürcü ordusunda paralı asker olarak hizmet görmüşlerdi. Birkaç defa isyana teşebbüs eden Kumanları Ardahan,Göle, Oltu, Tortum , Şavşat, Ardanuç, Yusufeli bölgelerine yerleştirerek Gürcüstan dan uzaklaştırmışlardır.
           Bu kaynaklardan da anlaşılabileceği gibi bir Kuman boyu olan KOÇ lar 1050 yıllaradan itibaren dönem dönem Karadeniz bölgesine göç etmiş ve çeşitli yörelerine yerleşmiştir. Anadolunun Türkleşmesinde ve Türk toprağı olmasında kendine düşen payı yerine getirmiştir.

           Eski Türkler de bereket ve bolluk getirmesi amacı ile çeşitli hayvanlar totem olarak kullanılırdı. Hayvan cinsinden de erkekler seçilirdi (koyundan koç, deveden buğra, attan aygır). Koçaloğullarını temsil etmesinden mi dir bilinmez günümüzde hala ürün deposu olarak kullanıdığımız seranderin önüne bir KOÇ boynuzu çakılı durmaktadır.
Kaynakça:
1-Türk otağı » Türkçü düşünce sitesi 20-5-2006
2-http://www.sahinyuva.com/page/nick.asp? 21-5-2007
3. http://www.akcaabat-acisu.com/Content-pa-showpage 15-6-2007
4. Trabzon Tarihi Sempozyumu,(1999) Doğu Karadeniz bölgesinin Etnik tarihi üzerine (Mehmet Bilgin) Trabzon: Belediye Kültür Yayınları 79-82
5.Koç, M. Hafız Abdullahın Hayatı.
6. ERÖZ, MehmetTürk İçtimai Hayatında Totemizm İzleri, İktisat Fakültesi Mecmuasından Ayrı Basım, İstanbul 1973, s.289-295

KOÇALOĞULLARI AĞA MI İDİ?

          Koçaloğullarının ağa olup olmadığını belirleyebilmek için öncelikle Osmanlı devrinde kullanılan AYAN,AĞA ve DEREBEYİ kelimelerinin anlamlarını ve nasıl elde edildiklerini bilmekte fayda vardır.

           Osmanlı Devletinde 16. yüzyılın sonlarına doğru taşrada nüfuz ve servet sahibi olan ve bu yolla toprak üzerinde güç sağlamış bulunan ayan, ağa, derebeyi takımı oluşmuştu. Aslında bu merkezi olmayan güçler, klasik Osmanlı düzeninde yeri olmayan unsurlardır. Bunlar, 16. yüzyılın sonlarına doğru, geleneksel toprak düzeninin bozulması ve tımar gelirlerinin toplanması işinin iltizam yoluyla özel kişilere verilmesi sonucunda ortaya çıktılar.

          Şehir ve kasabaların ayan denen itibar ve nüfuz sahibi kişileri, aslında Osmanlı tarihinden önceki dönemlerde de hep vardı. Celâli karışıklıkları nedeniyle Osmanlı devletinin merkezi gücü zayıflayıp otoritesi sarsılınca, devletin elinin ulaşamadığı taşra şehir ve kasabalarında ayanların önemi birden bire artacaktı. Bunlar zamanla siyasal bir güç de kazanarak, devlet katında resmen tanınan bir mevkie sahip oldular. Ayanların önem kazanması, toprakta malikâne sisteminin gelişmesiyle oldu. Malikâne sistemi, tımar gelirlerinin (vergilerin) toplanması imtiyazının yaşam boyu olarak özel kişilere verilmesiydi. 17. yüzyıldan itibaren, taşradaki malikânelerin pek çoğu ayanların eline geçmiş ve onlar bu sayede büyük servetler edinerek, merkeze sözünü dinletecek bir güç haline gelmişlerdi. . Bu nitelikleriyle ayanlar, devlete karşı halkı, halka karşı da devleti temsil ediyorlardı. Ayanlar yaptıkları görev için her yıl kaza halkına salınan vergiden bir pay da alıyorlardı. Ayanlar, vergilerin tahsili dışında, bölgelerin asayişi, asker tertip ve sevki, gıda ve malzeme sağlanması gibi önemli görevleri yerine getirirdi.

           Osmanlı tarihinin 17 ve 18. yüzyılları incelendiğinde, ayanların bazılarının ağa, bazılarınınsa derebeyi olarak ortaya çıktıkları görülüyor. Ayanların içinde büyük çiftlik sahibi olup hükümetle iyi geçinen ağalar da var, hükümete başkaldıran ve topraklar üzerinde hükümranlık iddia eden derebeyler de.
Ağalık aslında Osmanlı devletine karşı kesin olarak bağımsızlık tavrı içinde olan bir kategori değildir. Reayanın tasarrufundaki mirî toprakların fiilen güçlülerin eline geçmesi ve bu temelde çiftlik ya da malikâne sahibi bir ağa kategorisinin oluşmasını sağlamıştır ve bu toprakların özel mülkiyete dönüşümü ve belli ellerde yoğunlaşması süreci hızlanacaktır.

           Taşrada ağalık elde etmenin çeşitli yolları vardı. Bunlar:
           1- Ağaların ve derebeylerin önemli bir bölümü askerî bürokrasiden geliyordu. Bunlar, Anadoluda görevli yeniçeri büyükleri, kapıkulu süvarileri ve tımarlı sipahilerin güçlülerinden oluşmuştu. Ekonomik krizin en yoğun yaşandığı ve para darlığının hat safhada olduğu dönemlerde bile hazineden maaşlarını düzenli bir şekilde alabilen yeniçeri ve kapıkulu süvariler, ellerindeki bu parayı yüksek faizlerle köylüye borç vererek büyük kazançlar sağlamışlardı.
            2- Eyalet ve vilayetlerin ehl-i örf diye adlandırılan yöneticileri (beylerbeyleri, sancakbeyleri) ve onların emri altında çalışan güvenlikten sorumlu memurlar (subaşılar vb.) idi. Ellerindeki idarî ve askerî yetkilerine dayanarak, köylünün tasarrufundaki toprakları gasp etmişler, halktan yağmaladıklarını paraya çevirerek büyük servetler biriktirmişlerdi.
             3- Özellikle devletten malikâne şeklinde, yaşam boyu iltizam (tımar gelirlerini toplama yetkisi) alan mültezimler, üzerlerindeki devlet kontrolü zayıfladığı oranda büyümüşler ve kendi adlarına bağımsız hareket etme imkânlarına daha fazla kavuşarak hatırı sayılır bir sömürücü güç olmuşlardı.
           4- Ayanlık, ağalık, derebeylik oluşumlarına kaynaklık eden devletli sınıfa mensup diğer bir zümre ise ulemadır. Taşra vilayetlerinde önemli ve etkili bir yerleri olan ulema mensupları da tıpkı ümera (askerîler sınıfı) gibi, ellerine geçen paraları ile ticaretle uğraşarak zenginleşmiş ve bu sayede bağ, bahçe edinmişlerdi. Böylece ağa durumuna gelmiştiler.
          Osmanlı İmparatorluğu'nda 18. yüzyılın sonlarına doğru ayanların, ağaların gücü o kadar artmıştı ki, içlerinden bazıları devletten yarı bağımsız hale gelmiş, bazıları ise devlete baş kaldırarak derebeyleşmenin yolunu tutmuştu

            Derebeyi, Osmanlının bozuk düzeni içerisinde devlete baş kaldırarak topraklar üzerinde siyasal rakabe (mülkiyet) iddiasında bulunan, oluşturduğu silahlı gücüne dayanarak hâkimiyet kurduğu bölgelerde adeta küçük bir devlet gibi tasarrufta bulunan ağa, ayan veya devlet bürokrasisinden gelme kişilere deniyordu. Bunlar devletin kolay kolay sıkıştıramayacağı bölgelerde tutunuyorlar ve etraflarında oldukça kuvvetli bir askerî güç topluyorlar. Bazıları adeta küçük bir hükümet. Bu itibarla onlar da mülke yahut toprağa sahip olma iddiasında. Derebeyliğin olduğu her yerde, köylüden artığın ürün-rant olarak alınmasının yanısıra, ondan emek-rant veya angarya hizmet de talep edilir.

           Karadeniz bölgesinin bütün il,ilçe ve köylerinde Koç soyadlı sülalelere rastlanmaktadır. Hatta Erzincanın Kazören köyünün tamamen Koçaloğulları tarafından kurulduğunu tarihi kaynaklar yazmaktadır. Osmanlı devrinde kendilerine bir köy kuracak kadar yer verilen kişilerin o şehrin ayanı yani ileri geleninin olması gerekir.
           Köylere yerleşen ve düzenli olarak devlete vergisini ödeyen kişilere yukarıda da açıklandığı gibi köylerde Ağa denildiğini görüyoruz. Çeşitli kaynaklara göre Koçaloğullarına da Karadeniz il veya ilçelerine bağlı köylerden topraklar verildiğini, bunun veriliş nedenininde onların genellikle ulema takımından olması idi. Devletine bağlı ve vergisini düzenli ödeyen Koç ağaları devlete karşı gelen ve derebeylik ilan etmiş ağalara karşıda devletin yanında savaşmıştır.

          Örneğin Fatsanın bir köyünde devlete karşı gelen Kel Yakup isimli bir eşkiya Koçalliler tarafından öldürülmüş olduğunu şu destandan anlıyoruz.
..............................
Dor atım olsa bende binmezdim
Dolu dizgin Balkamluya bileydim inmezdim.
Hacı Gocalnin puşlarına kelle vermezdim.
Aman da arhadaşlarım yaman da arhadaşlarım
Bah neler oldu
Desde merçem burma bıyık ganınan doldu
Altun köstek gümüş gordin ganınan doldu
_____________________________

Bugün günnerden cumortesi de cumortesi
Ortalıhda döniye Yakubun kellesi
Çağırın gelsin nazlu Şadiyesi
Gelmen Gelfiruller gelmen gan parça parça
Hacı Gocallin beş oğlu birden geliyor el çırpa çırpa.
.................................................................
(Gocalli, Koçallinin yöresel söylenişidir.)
            Akçaabat ilçesinde bulunan Koçalliler için ise Akçaabat Tarihini yazan Muzaffer Lermioğlu Açaabatta ağa olan sülaleler, Hacısalihoğulları, Serdaroğlulları ve Koçoğullarıdır şeklinde belirtmektedir.
            Günümüzde gelenlikle devlete karşı gelen, ayaklanan ve vergisini devlete ödemeyen derebeylerin ağalıkları daha çok bilinmektedir.
Kaynaklar:
1.http://www.erzincan24.8k.com/h.html+koC
2.Mehmet Sinan Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı
3.CAFEROĞLU, Ahmet(1946) Kuzeydoğu İllerimiz ağızlarından Toplamalar (Ordu, Giresun, Rize, Trabzon ve yöresi ağızları) Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları syf: 178 Vakfıkebir Kancıma Köyünden Hüsnü Karagülle den derleme)
4.LERMİOĞLU, Muzaffer (1940) Akçaabat Tarihi. İstanbul

ALAZLI KÖYÜ KALESİ

           Alazlı Köyünde herkesin Kale diye bildiği doğal bir kaya kütlesi mevcuttur.

            Alazlı köyünün komşu köyleri olan Çal ve Doğankaya köylerinde kale kalıntıları yine doğal kayalar üzerine yapılıştır. Buradan yola çıkarsak aynı doğrultuda bulunan bu yere kuvvetle ihtimal bir kale yapılmıştır. Ancak günümüzde Alazlı köyündeki kaleden hiçbir kalıntı kalmamıştır. Bunun bir çok nedenleri vardır. Öncelikle Karadeniz in yıpratıcı iklim koşulları nedeniyle binaların ömürleri kısalmaktadır. Yine bu kaleler defineciler tarafından acımasızca tahrip edilmiştir. Ayrıca Kale duvarlarını oluşturan taşlar zamanla çevreye ev yapanlar tarafından alınıp kendi evlerinde kullanılmıştır. Yaptığımız incelemelerde bu kale yakınlarında yapılan evlerde gördüğümüz düzgün dikdörtgen köşe taşlarının olması bu düşüncemizi ispatlamaktadır.

           Doğal kayaların üzerindeki toprakları incelediğimizde içerlerinde bina yapımında kullanılan harç artıkları açıkça görülmektedir.

           Alazlı köyünün güney doğusunda yer alan bu kale denilen doğal kaya kütlesi, vadiden geçen eski ticaret yolunun ve köyün güvenliği için ideal bir yerdedir. Ayrıca bu kale ormanlık bir alan içerisindedir. Arası açık iki kaya kütlesinden oluşan bu yerin doğal bir sığınma yeri olarak kullanıldığı sanılmaktadır.


         Günümüzde yol yapımı nedeniyle bir kısmı kırılarak yok edilen bu doğal kaya kütlesinin üst ve alt kısımlarında mezarlıklar bulunmaktadır. Özellikle Kale altındaki mezarlık çok daha eskidir.


         Kaleye benzediği için bu kayaya Kale isminin verildiği düşüncesi yanlıştır. Çünkü o yörede ondan çok daha büyük olan kaya kütlesine Şahin Kayası veya daha küçük bir taşa Ay taşı ismi verilirken buraya kale denmezdi.

         Çevre köylerdeki gibi buradaki kalenin yapılışı Türk fethi öncesi döneme yani Bizans dönemine ait olduğunu sanıyoruz.


      Ancak günümüze bu kalenin sadece alt kısmındaki doğal kaya kütlesi ve bir de Kale ismi kalmıştır.

KÖYÜMÜZE PATATES NASIL GELDİ?

          Karadeniz in daracık ve dik tarlalarında mısırdan sonra en çok ekilen sebze patatestir. Bu bizim köyümüz olan Alazlı köyü içinde geçerlidir.
           Patates, toprak altında kök halinde bulunan, nişasta deposu, enerji kaynağı, faydalı, lezzetli, tüm dünyada hemen herkesçe sevilen, birçok farklı kullanım alanı ve şekli olan bir sebzedir. Patates (Solanum tuberosum) boyu 80 cm.ye varan, beyazımsı - pembemsi çiçekler açan, otsu bitkidir. Bitkinin yumruları toprak altında bulunur ve nişasta bakımından zengindir(1).
           Küresel olarak bugün dünyamız temelde patates, buğday ve arpayla besleniyor. İnsanların çok önemli hayatiyet kaynaklarından biridir. Geçen bin yılda insanların en önemli besin maddesi olmuş patatesin doğum yeri Peru da And Dağları nın etekleridir. Patates hakkında edinilen ilk bilgi, İspanyol fatihi Pedro Ciezanın 1553 te yazdığı "Peru Günlüğü" kitabında geçmektedir. İnkaların "papa" dedikleri Patatesi yiyen denizciler iskorbüteye(C vitamini eksikliğine) yakalanmıyordu(2).
Patatesi Avrupa ya ilk getirenler İspanyoldu ama onu Avrupa ya on altıncı yüzyılda tanıtan İngiliz seyyah Sir Francis Drake olmuştu. Fakir babası patatesi getirdiği için İngilizler onun heykelini diktiler. Almanlar patatesi 1620 de tanıyınca, Seni bize Allah gönderdi dediler. Kolay yetişen ve besin değeri çok yüksek patates, o günlerde sıkça uğranılan kıtlığa çare olmuştu. Prusya imparatoru Büyük Frederik bir yandan patates eken köylüleri teşvik ediyordu ama diğer yandan da zehirlenmekten korktukları için patates ekmeyen tutucu köylüleri, kulak ve burunlarını kesip kafalarını patatese benzeterek cezalandırıyordu(2).
           Endüstri devriminin henüz gerçekleşmeye başlamamış olduğu yıllarda, İngilizler patatesin olağanüstü bir özelliğini keşfederler. Yüz dönüm tarlada, buğday ekilirse dört, patates ekilirse sadece bir kişi çalışsa yeterlidir. O zaman patates ekilen yerlerde eskisine oranla üç köylü boşa çıkar. İşte uyanık İngilizler İrlanda da patates ekilmesini sağlarlar. İşsiz kalan köylüleri İngiltere ye çekmeyi başarırlar ve bol ucuz işgücünün de sayesinde endüstri devrimi patlar. Evde üretim biçimi kalkar ve bu sürecin sonunda fabrikalar kurulur(2).
           19. yüzyıl Almanya endüstrileşmesini hızlandırmak için Kayzer Wilhelm, patates eken Alman köylüsüne prim vaat eder. Amaç, ekonomik ve politik bütünlüğünü kuramamış ve endüstri devrimini tamamlayamamış Almanya da feodalizmi tamamen yok ederek kentlere işgücü sağlamak. Almanya da patatesin mucizesini öğrenen bir Rus, Rusya da da aynı yöntemi uygular. Rusya da patatese Almancası gibi "kartofel" denilmektedir(2).


Türklerin patatesli geçmişleri ise nispeten yeni. Ancak geçen yüzyılın sonlarına doğru, Avrupa görmüş olanlarımız yurda dönüşlerinde arar olmuşlar bu sebzeyi(3). Osmanlı nın ilk yemek kitaplarından Mehmet Kamil tarafından yazılan Melceü't-Tabbahin adlı kitapta ve Ali Eşref Dede'nin Yemek risalesi adlı kitaplarında patates ve domates yer almamaktadır(4). XVIII. Yüzyılda Trabzonda tarla tarımında tütün, fasulye ve mısır üretimi yapılmaktaydı. Bölgede 19. yüzyılın ikinci yarısında (1869-1905),tütün, fasulye,mısır,buğday, kuru ot,sebze,fındık, kenevir,ceviz, üzüm ve diğer meyve türlerinin üretim maddeleri olarak tarımda yer aldığı da bilinmektedir. Burada görüldüğü gibi Patates henüz kayıtlarda yer almamaktadır(5).

           Ruslar 1878 de Ardahan ı işgal eder. Ta 1918 e kadar Rus işgali devam eder. Bu süre içinde Ruslar patates ekimini başlatır. O yörede de patatese uzun süre kartoflu denmiştir. Patates, Peru dan yola çıkmış, dönmüş dolaşmış, Doğu Anadolu dan Anadolu ya ulaşmıştır(2). 1916-1918 yılları arasında Trabzon u işgal eden Ruslar, askerlerini doyurmak için her yere saldırdılar. Topladıkları yiyecek maddeleri yüzünden Ruslar, göçmeyip Trabzon da kalan yerli halkın açlıkla yüz yüze gelmesine neden oldular. Bunun üzerine Ruslar, Doğu Anadolu da yetiştirdikleri patatesleri Trabzon a getirip halka tohum olarak dağıttılar. Yöremizde Rus patatesi olarak bilinen bu patatesler, çok kısa zamanda yetişmekteydi. Bu yüzden bazı köylerde bu patatese kırk günlük denmektedir. Muhacirleri doyurmak için Ordu da bulunan Trabzon Valisi Cemal Azmi Bey, 1917 yılında önemli bir gıda maddesi olan patatesin bütün boş bahçelere ekilmesini emretti. Valilik emre uymayan mültecilerin yevmiyelerini, memurların maaşını vermemek, yerli ahaliden amele ücreti ve tohum bedeli adıyla 1-5 lira almak gibi zorlayıcı tedbirler aldı(5). Ürün yetiştirmeyi teşvik edici bazı tedbirler alındı. Köyümüzde Patates Kartolu veya Kartopu olarak da bilinmektedir. Kısa sürede yetişen bu patatesi halkımız değirmenlere götürerek öğütmüş, böylece çok sevdiği ekmek için patates unu elde etmiştir. Batıdan ise, Anadolu ya kumpir adıyla girer. Bu isim Yugoslavya da patatesin adı olan kurompiröden gelmektedir(2).
            Bugün herkes patatesi kilo yapan bir besin zannediyor. Oysa, yüzde 80 i su olan patatesin kalori değeri oldukça düşük. 100 gram haşlanmış veya fırınlanmış patates 50 kalori içermektedir.
Kaynaklar:
1. http://www.bolpat.com.tr/tr_pat-tar.asp .30.09.2007
2- AHMET TURHAN ALTINER http://www.milliyet.com.tr/2001/11/20/pazar/paz10.html
3. http://yelpaze.tripod.com/patatesin_tarihi.htm 1.10.2007
4. http://lezzetler.com/patatesin-tarihcesi-vt5520.html 28.09.2007
5.Güler, İbrahim(1998) XVIII. Yüzyılda Trabzon un Sosyal ve Ekonomik Durumuna Dair Tespitler. Trabzon Tarihi Sempozyumu. Trabzon: Trabzon Belediyesi Kültür Yayınları

MISIR PÜSKÜLÜ VE FAYDALARI

(Sevgili kardeşimin isteği üzerine bu araştırmayı gerçekleştirdim.) 
         Mısır püskülünün şifa kaynağı olduğunu belirten uzmanlar, mısırın çiçeklenme zamanı olan Temmuzdan Ağustosa kadar oluşan mısır püskülünün, döllenme başlamadan önce kesilip gölgede kurutulduktan sonra çay yapıldığını ifade ediyorlar.
           Mısır bitkisinin iki çeşit çiçeği vardır. Erkek çiçekler gövdenin ucunda salkım başak şeklinde, dişi çiçekler ise yaprakların koltuğunda koçan halindedir. Dişi çiçeklerin olgunlaşıp tane biçimine gelmeden önce koçanın ucunda 10-30 cm. uzunlukta oluşturdukları ve kınlarının tepesinden dışarı doğru sarkan ipliksi uzantılar (stigmalar) oluşur.Bunlar mısır püskülü denilen kısmı meydana getirirler.
           Ordu Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarla Bitkileri Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Metin Deveci, tarla bitkisi olan mısırdaki püskülün birçok hastalığı tedavi edici özelliğe sahip olduğunu söyledi.
           Yrd. Doç. Dr. Deveci, 1980 yıllarına kadar Karadeniz'de bol miktarda yetiştirilen mısırın insanlar tarafından gıda olarak tüketilmesi ve hayvan beslenmesinde kullanılmasının yanında, mısır püskülü tıbbi amaçlarla da kullanılabileceğini kaydeden Yrd. Doç. Dr. Deveci, Mısır püskülünden yapılan çay, idrar yollarına, böbrek iltihaplarına, kalp ödemlerine, romatizma ve gut hastalığına iyi gelmektedir dedi.
          İlaç olarak kullanılan mısır püskülünün içerdiği maddeler ise şunlardır: Glikoz ve maltoz gibi şekerler, steroller, reçine, potasyum tuzları ve uçucu yağ.


          Açık esmer ya da kırmızımsı renkli hafif ve özel kokusu bulunan mısır püskülünün tıbbi etkileri ve yapılan çayın bin bir derde deva olduğunu belirten uzmanlar, faydalarını şöyle sıraladı::
1. Sakinleştiricidir.
2. Bedeni güçlendirici toniktir.
3. Romatizma tedavisinde yardımcı olur.
4. İdrar söktürücüdür.
5. Mesane taşlarını düşürür.
6. Üretrit (idrar yolları enfeksiyonu), sistit (mesane enfeksiyonu) ve prostatit (prostat bezi enfeksiyonu) tedavilerinde etkilidir. Özellikle ayrıkotu ve civanperçemi ile birlikte kullanılırsa daha etkili olur.
7. Çocuklarda böbrek sorunlarının atlatılmasına yardımcı olur.
8. Etkili ve başka hiçbir zararı olmayan zayıflatma ve bedendeki yağı azaltma ilacı olarak kullanılır.
9. Kalp ödeminde ve başka ödemlerde olduğu kadar gut hastalığında da başarıyla kullanılabilir.
           Bu etkileri sağlamak üzere, mısır koçanındaki dişi çiçeklerin döllenme olayı gerçekleşmeden önce ortaya çıkan püskülleri alınır. Bunlar kurutulduğunda bazı etkilerini yitirdiğinden kurutulmadan kullanılması daha doğru olur. 1 bardak kaynar suyun içine 2 tatlı kaşığı taze mısır püskülü konur. 10-15 dakika demlendirilerek elde edilen infüzyondan günde iki-üç kez birer bardak içilir.
Mısır püskülü tam olarak kurutulmadan uzun süre saklandığında, idrar söktürücü özelliğini yitirir ve dışkılamayı kolaylaştırır.
            Eğer mısır püskülleri uzun zaman bekletilecekse, tozlaşma ve döllenme başlamadan önce kesilir ve gölgede iyice kurutulur.
            Kuru Mısırdan Çay hazırlamak: Bir tatlı kaşığı dolusu ince kıyılmış mısır püskülü, orta boy bir su bardağı dolusu kaynar suyla haşlanır, 3-5 dakika demlendikten sonra süzülür. Tatlandırılmadan günde 3 bardak içilir.
            Mısır püskülü 1. üründe alınırsa daha sağlıklı olur, çünkü 2. üründe kimyasal maddeler daha çok kullanılıyor. Kimyasallar direkt mısırın püsküllerini etkiliyor. Püsküller kurutulup çay yapıldığı için insan sağlığına faydalı olalım derken zarar verilmemelidir.
Mısır püskülü döllenme zamanı alınırsa daneye zarar verir. Üretici burada seçim yapmak zorunda kalır. Mısır püskülünün pazarı olmadığı için seçimi daneden yana kullanmak zorunda kalır. Ancak mısır püskülünü üzerinde kuruduktan sonra ya da döllenmeden sonra alırsak üretici mısırdan iki kere para kazanmış olur.
Kaynaklar:
1-Çeşitli ansiklopediler
2-http://www.canim.net/sifali_bitkiler/misir.php
3-http://yaren76.blogcu.com/
4-www.kilovermek.com
5-http://www.bitkisel-tedavi.com/misir.htm