8 Şubat 2014 Cumartesi

EVLAT BU EVLAT




         Fatma gözlerini, dünyaya daha yeni açmıştı. O henüz kırkını bile, doldurmamıştı. Ne yazık ki gözlerini dünyaya açtığı yer düşman işgali ile karşı karşıya idi.
         Gülcana Köylü Kocaosmanoğlu Osman çolak kolunu havaya kaldırdı. Yumruklarını sıkmak istiyordu, sıkamadı. Parmakları hareket etmiyordu. Bu ona Çanakkale’den bir hatıra idi. Bir İngiliz gemisinin attığı toptan kopan şarapnel parçaları parmaklarını bu hale getirmişti. Ama o yine de şanslıydı. Arkadaşları hatta beraber askere gittiği akrabaları şehit olmuştu. Artık tüfeği kavrayıp eli tetiği çekmiyordu. Olsun. O yine de Çanakkale Zaferini yaşamıştı. Bütün dünyaya Çanakkale geçilmez’i kabul ettirmişlerdi. Ama şimdi kendi doğduğu yer işgal edilirken o çaresizdi. Ya kalıp düşmana boyun eğecek ya buraları terk edip gidecekti. İkisi de zordu onun için. -Ah elim, ah elim dedi içinden.
              “Urus geliyor.” haberi duyulunca insanlar harekete geçmişti. Herkes pahada ağır yükte hafif ne varsa yüklenip yola çıkıyordu çaresizce. Yollar patika ve en iyi taşıma aracı eşekti. Batıya doğru giden göç bir sel gibi önüne katanı götürüyordu. İnsanlar canlarının derdine düşmüşlerdi. Zaten genç erkekler çok azdı. Erkekler ya sakat ya ihtiyar ya da çocuktular. İnsan seli Tonya’ya doğru, Biçinlik Boğazına doğru akıyordu.
           Sonunda gitmeye karar verdi. Çolak Osman, Çocuklarını bırakamazdı düşman eline. On yaşlarında Hanım, yedi yaşlarında Ali ve daha kırk günlük bile olmayan küçük Fatma. Loğusa karısı Gülizar daha yeni yeni ayağa kalkabiliyordu. Diğerlerine göre zengin olsalar bile garibanlık kol geziyordu. Artık kararını vermişti. Osman yola çıkacaktı. Yanına çok az eşya alacaktı. Çünkü yorulan çocuklarını taşımak zorundaydı.
Hazırlıklar bitince artık onlarda insan seline kapılmaya hazırdı. Kocaosmanoğlu Osman ailesi içinde muhacirlik günleri başlıyordu. Evlerinden ayrılmaları çok zor oldu. Karşıki dağlara baktı. Şahin Kayası sanki üstüne geliyordu buraları terk edip gittiği için.
Gözler yaşlı ama telaşlı bir yolculuk başlamıştı. Fakat daha ilk günde aksilikler baş göstermişti. Gülizar ilerledikleri ormanlık alanda çapulalarını taşlar parçaladığı için yalın ayak yürüyordu. Bunun sonucu ayakları kanlar içinde kalmıştı. Yeni doğum yaptığı için güçsüzdü. Yiyecekleri yoktu. Açtı. Artık sütü kesilmişti. Olan küçük Fatma’ya olmuştu.
            Fatma daha kırk günlükken babasının kucağında muhacirliğe çıkmıştı. Annesini istiyordu. Süt istiyordu. Karnı acıkıyor, devamlı ağlıyordu ama annesinin sütü çekilmişti. Yollarda ona acıyan kadınlar meme verip emziriyorlardı. Biri alıp öteki bırakıyordu. O ise hep ağlıyordu. Artık babasının kolu ağrıdığı için beraber yola çıktıkları komşularının eşeğinin bir tarafına yükü dengelesin diye konulmuştu. Ağlaması orada da sürüyordu. Yine kadınlar emzirip doyurmaya çalışıyorlardı küçük Fatma’yı. Nitekim daha sonraki yıllarda Fatma’ya “kırk dokuz memeden emen Fatma” diye takılıyorlardı ona.
           Ormanlık alanda ilerlerken anne Gülizar artık yürüyemez hale gelmişti. Bırakmak olmazdı. Kesilen iki ağaç sal haline getirildi ve Gülizar oraya yatırıldı. Bazen omuza alınarak bazen yerde sürüklenerek yolculuğa sal üzerinde devam ediyordu.
Eşeğin heybesinde yolculuk eden küçük Fatma’nın ağlamaları herkesi bıktırmıştı. Bir değirmene geldiklerinde yanındakiler Çolak Osman’a:
            “- Bu kızı bu değirmende bırak. Birileri alır, besler. Yoksa biz böyle gidemeyiz.” derler. Bunun üzerine Çolak Osman küçük kızını kucaklar, gökyüzüne bakar. Çolak eliyle kundağı gökyüzüne kaldırır ve bütün sesiyle haykırır.
-Bırakmam, bırakamam. Evlat bu evlat! der ve geri dönmeye karar verir.
         İşte bu küçük Fatma benim rahmetli babaannemdi.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder