10 Mart 2014 Pazartesi

MUHACİRLİK




                                                                                  Muhacirlik şimdi büktü belumi
                                                                                  Hayin Urus yaktı yıktı evumi
Not: 1.Dünya Savaşı sırasında  Rus orduları Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz kıyılarını işgal ettiler. 14 Nisan 1916’da Trabzon’a Rus ordularının girmesiyle birlikte, binlerce aile batıya doğru büyük bir göç başlattı. Ordu’dan Kastamonu’ya kadar, hemen her yerleşim birimine dağılan Doğukaradenizli göçmenlerin büyük bölümü, 24 Nisan 1918 tarihli Brest-Litovsk antlaşması sonucu Rus ordularının çekilmesiyle birlikte yurtlarına döndüler. Göçmenlerin bir bölümü ise yurtlarına dönmeyip göç ettikleri yerlere yerleştiler.
“Bu Ruslar’a  tutsak olmaktan kaçan yüz binlerin göçüdür. İzlediği yollarda çaresizlik, hastalık, açlık ve ölüm vardı bu bozgunun..
...Yola çıkacak aileler yanlarına yalnızca en gerekli eşyalarını almak zorundaydılar; yatak, çamaşır ve bir kaç kap kacak. Geride düşmanın yararlanacağı her türlü belgeler yakılıyordu.
..Evet bir güz sabahı düştük yollara. Büyük göç bizimle başladı Karadeniz kıyısında.Tarih Eylül 1915.
Eskilerin “sümbüli” dedikleri kapalı ve sıkıcı bir hava vardı o güz sabahı. Denizin yüzü gülmüyor ama hiç değilse uslu duruyordu. İlk hedef Ordu’ydu. Ondan sonra bakalım Tanrı  ne gösterirdi.
“Yorgunluk  açlık ve hastalık eziyor, kırıyordu insanları. Yürümek, barınacak, beslececek bir yer bulmak zorundaydılar. Bunun için önceki kafileleri geçmek gerekiyordu. Çoğu yalınayaktılar. Geceleri açıkta titreşerek bir birlerine sokulanlar vardı.
Göç, sahil boyu durmadan akan bir sel gibi devam etmiş.bu akışın yoğun günlerinde  öyle acıklı olaylar olmuş ki  söylemeye dilim varmaz yürek dayanmaz. Birbirlerini yitirenlerin seslerini, sızlanışlarını duyuyorduk. Bağırışıyorlardı avaz avaz: “Haticeee, kiz Haticeee nereysun?” Bir kadın rastgeldiğine sorup duruyormuş: “Uşagumi gördünüz mü? Aha şuncacık Ali’mi he? Haburadaydı demincek?  Sonra dört bir yana sesleniyor: “Aliii,Aliii” bu kayıp olan ya da bırakılan çocukları  sonradan Trabzon Valiliği topladı ve açtığı yetimler evine yerleştirdi. Orada barındılar, okudular ya da sanatkar oldular. Bir çoğuda yollarda öldü tabii.

Ve göçmenler yorgun soluk soluğa, ter içinde yürüdüler, yürüdüler... arkalarında Ruslar, ağır ağır izledi bu yürüyüşü. Bu Harşit Irmağı’na dek sürdü.  Bu arada çetin savunmalar yaptı Osmanlı ordusu. Of’taki savunma ise bir başka oldu. Oflular, kadını kızı, ihtiyarı genci, yurtlarını haftalarca savundular. Karşılarında çok üstün kara kuvvetleri vardı.Üstelik Rus Kruvazörleri de denizden toplarıyla vuruyorlardı. Kahramanca dayandı Oflular ama sonunda yenildiler. Ölen öldü, kaçan kaçtı, kaçamayan tutsak oldu ve bir türkü dolaşır oldu dilden dile: Muhacirlik şimdi buktü belumi”
Yolculuk günlerce sürecekti. Rus gemileri yüzünden takalarla gidenler  kıyıya yakın gitmek ve geceyi de karada geçirmek zorundaydılar. Vakfıkebir’e doğru karayel esti, yağmur başladı. Yorgun ve sırılsıklam ulaştık kasabaya..

KAYNAK:Güvemli, Fevzi. (1999) Bir Zamanlar Ordu –ANILAR- Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları

HIFZI VELDET VELİDEDEOĞLU MEMLEKETİMİ ANLATIYOR




2 Temmuz 1947 Pazartesi günü İstanbul’dan Rize’ye doğru yola çıkan yazar,
Türkiye’de Üç Devir 1.Cilt
kitabında yöremizi şöyle anlatıyor:
            Bu yörenin insanları tertemiz, hareketli, heyecanlı, bazen hırçın ve fevri insanlar. Pontus devri öncesinden sürüp gelen bir gurur taşıyor ve bu gurur, halk arasında kendini kin ve kan davası şeklinde açığa vuruyor. Oraya gitmeden önce memleketimizde kan davasının ve bu dava dolayısıyla işlenen cinayetlerin, söndürülen ocakların sayısı bakımından buranın en başta olduğunu zaten biliyordum; temaslarım neticesinde bu bilgim daha da arttı.
            Bu yörenin insanları fakir. Bu fakirlik bölgenin orman bakımından yeşil olmasına rağmen, sarp arazide başka çalışma alanları bulunmaması, mısır ekilen toprağın az olması yüzünden yüzyıllardan beri devam edip gidiyor ve bu yüzden gurbetçilik doğuyor.
            Denizlerin enginliği de, göklerin maviliği de, bulutların beyazlığı ve gün batışındaki kızarıklığı da çok güzel, çok yüce tabiat manzaraları. Fakat ben dağlardaki orman yeşilliğini, bunların hepsinden çok seviyorum. Çok sevdiğim içinde buradaki korkunç orman tahribatından, orman katliamından dolayı yürekten ve derinden üzülüyorum.

VALİ HAZIM TEPEYRAN YÖREMİZİ ANLATIYOR.



Ebubekir Hazım Tepeyran Trabzon Valisi olarak 26 Ağustos 1921 tarihinde Trabzon'a geldi. Durumu yerinde görmek için köylere yaptığı gezileri anılarında yazdı. Bu anılar Çağdaş Yayınları tarafından 1982 yılında Belgelerle Kurtuluş Savaşı Anıları isimli kitapta yayınlandı. Bu kitabın 99-110 sayfalarında Trabzon Köyleri Anlatılıyor. Buna göre işte bizim eller:
            Trabzon da baştan başa zümrüt gibi yeşil dağların tepelerinde ve böğürlerinde uzun fasıllalar la birer ikişer nadiren üçer küçük beyaz binalar görülür. Bu binaları ilk gördüğüm zaman ne olduklarını anlayamamıştım. Yakından görerek bunların birer köy evi olduklarını öğrendim.
            Her köylü, evini tarlasının kenarına yapmak suretiyle evler bir, iki hatta üç saatlik bir sahaya dağılmışlardır. Evlerinin bu derece dağınık bulunmaları köylerin yolsuz ve okulsuz kalmalarına neden olmuştur. Çünkü böyle bir köyün ne tarafına bir yol, bir okul bir köprü yapılsa iki üç aileden ziyadesinin istifade edebilmesi mümkün değildir. Okulsuzluk, bu köyler ahalisinin pek ilkel yaşayışlarını devam ettirmektedir. Bunların yalnız bir insan geçecek kadar dar yollarının tenhalığı, evlerinin yalnızlığı taaruza pek müsait olduğundan can, ırz ve malını korumak için en fakir köylü bile mutlaka ve daima silahlıdır. Köylerin şu hal,inden dolayı yaralanma, katil ve gasp hadiselerinde suçluları bulmakta, tutmakta hükümet müşkülata düşmekte olduğu gibi nadiren tuttuğu sanıklara da şahit ve delil bulunamayarak mahkemeler bir ceza vermedikleri için ölenlerin evladı, akrabası, er geç bir fırsat bulunca bildikleri veya zannettikleri katili öldürmek suretiyle öç alıyorlar.
            O bölgede devam eden kan gütmek adeti köylerin bu halde bulunmalarının tabi bir neticesidir. Trabzon da bulunduğum esnada Akçaabat kazası dahilinde öldürülen bir şahsın katili hakkında yapılan tahkikat, bunun 15 sene önce öldürdüğü bir adamın intikamı olarak katledildiği anlaşılmıştı.
            Dağınık evler olduğu sürece kan gütme adetinin süreceğine şüphe yoktur. Çünkü katilleri korkutacak bundan başka bir kuvvet yok demek olduğundan bu adette olmazsa böyle ıssız dağlarda konusuz komşusuz can ve malını koruyabilmek pek zor olur.
            Trabzon köylerinin kadınları kadar zahmet ve meşakkate mahkum Havva kızlarını da başka hiç bir vilayette görmedim.
            Buralarda iyi kötü umumi bir yolda yoktur. Yol denilen şeyler çoğunlukla dik bayırlardan akan suların açtıkları mecralardır. Bu yolların zahmetini çekenler, köylülerinin mahsullerini dipleri dar, ağızları geniş sepet ve küfelerle Pazar yerlerine getiren ve oradan alınan şeyleri köylere götüren çıplak ayaklı talihsiz kadınlardır.







ALMAN SEYYAHI KARL KOCH’UN 1843 YILINA AİT KÖYÜMÜZ VE ÇEVRESİ İZLENİMLERİ




(Tıp ve Felsefe doktoru olan Karl Koch, bir Avusturya buharlı gemisiyle 14 Temmuz 1843 de İstanbul’dan ayrıldı ve 4 günde Trabzon’a gelebildi ve Trabzondaki doğayı Seyahatnamesinde anlattı.)
            ....... Binaların dışında her yer mısır tarlaları ile doluydu. Bir kere yetiştirilen ağaçlar kendiliğinden büyür. Kuruyan dalı kesmek için insan hiç emek sarf etmez ve diğerlerine zarar vermemek için basitçe kırar. Doğa her yerde o kadar çiçeklerle doludur ki, onlar bahçe biçimindeki avlularda boşuna aranırlar. Bazen karanfil, afikanes, ayçiçeği ve güzel kokulu reyhana tesadüf edilir.
            ............Dağları zengin bir bitki örtüsüne sahiptir ve özellikle orta kesimlerde büyük ormanlıklar yer alır. Buralarda çok eskiden bilinen meyve, özellikle kiraz ağaçları vardır. Bu ağaç 4-5000 ayak yüksekliğe kadar çıkar. Arazinin yarısı tarıma uygun değildir. Verimliliğinden dolayı dikkatimi çeken mısır tarlaları olmuştur. Alışılmış olan hububat mısırdır. Toprak genellikle mayıs ayında ekilir, ağustos veya Eylül ayında toplanır. Şüphesiz mısır en verimli hububattır. Ve herhalde bu yüzden şarkta çok sevilir.
            ........Bütün evler az ya da çok hoş bir yeşille çevrelenmişti. Arada ince uzun minareler yükseliyordu. Tepeleri ebedi buz ve karlarla kaplı heybetli dağlar bazı kısımları ile görülüyor, fakat ne kadar uzakta bulunursa o kadar çok müphemleşen Kafkasya mavisi bir örtüye bürünmüştü.
            Sarp kayalar tek tük ortaya çıkmakta ve onların arasından su kaynakları fışkırmaktaydı. Taşın cinsi somakiydi, fakat bazı yerlerde koyu renk hakimken kimi yerlerde rengi boz kırmızımsıydı.
            Evin içine açılan kapılar hafifçe örtülmüş olup, iç kısımları görebilmek için kapıyı ufak bir çabayla açtık. Bütün evler ağaçtandı. Duvarlar genelde yarım ayak kalınlığında kalaslardan yapılmıştı. Çoğunlukla bir odadan başka bir şey yoktu ve bu oda tüm aileyi barındırıyordu. Ağaçtan yapılma çatı, dik bir açı oluşturuyordu. Bundan başka hayvan ve diğer ev eşyaları için ufak evcikler yapılmıştı. Evlerin yakınında kızılağaç koruluğu vardı.
            Dağa doğru dere içerisinden yürümeye başladık. Dere kenarlarını süsleyen kızılağaçlar belli bir yüksekliğe kadar devam ediyorlar. Yükseklere çıktıkça taflan(komar) ağacı, çoban püskülü, şimşir ağacı her şeyden önemlisi de açelyanın da dahil olduğu Karadeniz Alp gülü(ağu ağacı, zifin)ortaya çıkmıştı. Bundan başka ak şark gürgeni, kestane ve fındık ağaçları ortaya çıkıyordu. En yoğun ağu ve taflan ağacı gördüm.

EVLİYA ÇELEBİYE GÖRE KÖYÜMÜZ VE ÇEVRESİ



(Evliya Çelebinin hayatı 25 Mart 1614 tarihinde Unkapanı’nda başlar ve kesin olarak bilinmemekle birlikte 1685 tarihinde Mısırda biter. 20 yaşından itibaren dünyayı dolaşmaya başlar ve gördüğü yerleri Seyahatnamesinde anlatan Evliya Çelebi görmediği yerler hakkında çeşitli kaynaklara ve rivayetlere başvurmuştur. Evliya Çelebi Seyahatnamesinin 2. Cildinin 248b ile 255a varakalarını Trabzon’a ayırmıştır. Kendi deyişi ile 18. 09. 1640 tarihinde Trabzona gittiğini beyan etmektedir. )
            ........Oradan Polta pazarına geldik. Bu da Trabzon idaresinde nahiye ve subaşlıktır. Etrafında yüz kadar mamur köyler bulunduğundan bu vadide haftada bir pazar kurularak on bin kişi toplanır.
            .......... Oradan ileri giderek (Kalatimanı) deresine vardık. Bu dere Trabzon dağlarından çıkarak Polta limanı yakınında Karadeniz' e dökülür. Buralarda mamur ve süslü köyler vardır. Ahalisi Müslüman ve Rumlardan meydana gelir. Trabzon'un güneyine düşer.
            ........ Fatih Sultan Mehmet bu kaleyi (Trabzon) fethettiği zaman (1461) dört taraf denizlerden muhtelif ırka mensup insanları Trabzon'a naklederek yerleştirmiştir. Halkının çoğu Lazlardan meydana gelmiş vahşi kimselerdir. Halen hepsi yeniçeridirler ki, anadan doğma asker oğlu askerdirler.
            .............. Beşinci iklimde bulunmakla su ve havasının güzelliğinden bütün halkı,  eğlence ve gezi ehli olup, işrete meyilli, gamsız, kayıtsız, zarif, sadık, aşık kimseler olup yüzlerinin rengi kırmızıdır. Kadınları, Abaza, Gürcü, Çerkez güzelleri olduğundan güzel kız ve yakışıklı delikanlıları olur ki her biri sanki bir ay parçasıdır.
            .......... Su ve havasının güzelliğinden dağlarında şimşir, bağlarında servi ve Rum cevizi ağaçları bulunur.
            ...............Halkı ahlaklı ve garip dostu insanlardır. Ama Çiço, Çagata ve Lazki denilen reaya gayet inat olurlar. Bu taifelerin kendilerine mahsus lehçe, ıstılah ve yazıları vardır ki, Trabzon halkını bile anlamazlar. Tercümana muhtaçtır. ...........

KAYNAKLAR
*Enclyclopaedia Britannica, Inc.
*Mehmed Zıllioğlu Evliya Çelebi, Üçdal Neşriyat, Cilt1-2